Gözlerini kapat... Açtığında maçın son on saniyesi oynanıyor ve son bir hücum şansınız kalmış. Sen tribündeki bir taraftar olarak birazdan olacak şeylere dair bir endişe duyuyorsun. Aynı anda saha içindeki futbolcular da maça dair büyük bir endişe duyuyorlar. Bacakları titreyenler, gözleri kararanlar var…Yalnız sen daha fena bir durumdasın, çünkü endişeni bir eyleme kanalize ederek gidişatı değiştirme şansına sahip değilsin. En fazla vuvuzela öttürebilirsin tribünde. Oysa endişe duyan futbolcu, adeta kendi kaderinin efendisi olma şansına sahip bir greko-romen kahraman gibidir. Futbolcular her şeyi değiştirecek o golü atma şansına sahiptirler, günü kurtarıp muzaffer bir komutan gibi bu yeşilliğe bayraklarını dikebilirler. sen ise sadece dua edersin… işte hayatta olanlar karşısında tribündeki seyirci gibi endişe duymak, bir şeyi değiştirebileceğine inancının olmaması varoluşsal endişeni dindirememene sebep olur. “Ulan hayatım nereye gidiyor, benim bahçeli emekli kooperatiflerinden birinde bir giriş katım dahi olmayacak mı?”, “olmuyor, olmuyor istesem de...” ve “çok yalnız ve çok anlamsızım be atam!” dedirten günlerin olur…aha da böyle bitmek bilmeyen bir kalp kırıklığı gibi içine çöküverir kapkaranlık bir sıkıntı. Çünkü sen oyunun içine giremeyen biri olarak oyunu nasıl değiştireceğini bir türlü bulamazsın…
İşte insan bir rekabet ortamı içerisinde yer almak, maçın gidişatına direkt olarak etki etmek istiyor. Bizi diri tutan şey rekabet duygusu… Bir kadın uğruna başka biri ile rekabet etmek, babanın sevgisi uğruna kardeş ile rekabet etmek... Rekabet duygusunun varyasyonları ile yaratılıyor çoğu filmin hikayesi ve insan bazen tribündeki bir seyirci değil de kendi filminin kahramanı olmak istiyor. İşte bu yüzden galaksi içindeki en vurucu hikayelerden biridir sportif rekabet öyküleri. Hele ki bu hikaye, umudun terk ettiği topraklarda geçiyor ve hikayenin kahramanları geleceğine dair endişe duyan çocuklar oluyorsa işte Galyalıların Romalıları pataklamasını sağlayan iksirin formülü bulunmuş demektir. Bu formülün din/inanç, vatan/milliyetçilik içerdiğini de söyleyelim. bu formül-Friday Night Lights- her zaman işe yarayacak olan baldan tatlı bir Amerikan iksiridir.
Amerikan futbolu kabul etmeliyiz ki ülkemiz sınırlarında pek sevilen bir spor değil. Belki çok fazla oyuncuyla oynanıyor ve bu seyircinin gözünü yoruyor. Belki de ülkece çocuklarımızı piyano kursuna yazdırıp böyle pata küte birbirlerine girişecekleri sporlar yapmalarını istemiyoruz. Belki de… Belki de bizim kendi futbolumuz var! Her ne kadar İngilizler bulmuş olsa da o en çok bizim futbolumuz! Yalnız unutmayalım biz hep ne diyoruz, futbol aslında sadece futbol değil! İşte Friday Night Lights sadece futbolu anlatmadığı için “ayyy Amerikan futbolu mu???” diyen peşin hükümlü seyircileri bile etkileyebildi. Bu yüzden ben bu yazıyı yazıyorum. Pekala “Çocuklar Duymasın” hakkında da yazabilirdim…
Amerikan futbolu gibi güçlü bir kültürel olguyu işlediğinizde hikaye açısından sonsuz bir refaha sahip olacaksınız. Çünkü hem oyunun kendisinin sosyal-kültürel dinamikleri hem de çoğu gençlik dizisinin ana hikayesinden daha oturaklı yan hikayeler size büyük bir havuzdan beslenme şansı verecek… Siyahların genelde koşucu, beyazların ise oyun kurucu olduğu bu oyunda elbette ki sınıfsal çatışmalar olacaktır. Güce dayalı bir oyun olduğu için elbette ki oğlan çocuklarının gururuna dokunan, hırs yapacakları meseleler de olacaktır. Elbette ki güce dayalı olduğu için refakatçi kızların ilgisine mazhar olacak okul takımı yıldızları olacaktır. Elbette ki büyük bir futbol endüstrisinin bırakın kaç haneyi beslediği, kaç gökdelen yaptırdığı dahi hesaplanamazken bu endüstrinin şekerden duvarlarını dişlemek isteyecek Hansel ile Gratel’ler olacaktır. Bu yüzdendir ki Friday Night Lights’ın umutsuzluk kasabası, bir anti harikalar diyarı olan Dillon’da yaşayan çocuklar futbolu onları buradan kurtarıp güzel bir geleceğe sürükleyecek tek araç olarak görecektir. Aynı zamanda bir şeyi başarmaya, bir şampiyonluk yüzüğü takmaya ihtiyacı olan ve bunu hayatlarında kendilerini gerçekten önemli hissedebilecekleri tek an olarak gören yetişkinler de olacaktır. Dizide araba kralı Buddy Garrity’nin şu dünyada en çok sevdiği şeyin Dillon Panthers futbol takımı olması sürpriz değil.
Mekan olarak Dillon’un seçilmesinin en büyük nedeni 2004 yapımı filmi de yöneten Peter Berg’in yaklaşımı. Berg NBC’ye bu işi sunarken aklında arka plan gerçekliği olarak gerçek bir kasabayı kullanmak vardı. Zaten diziyi de bunca sezon ayakta tutan da dizinin prodüksiyon maliyetini de oldukça düşüren yönetmenin bu yaklaşımıydı. Bana kalırsa dizinin başarısındaki en büyük pay da zaten Peter Berg’in. Oyuncu yönetimi konusunda “sınırsız gözüken ama aslında sınırlı olan bir özgürlük” metodu ile sinematografik yaklaşımını destekleyici bir doğallık yakaladı.
Dizideki herkes olayın o kadar içinde ki arada bir “Gerçekten bu kasabadan nefret ediyorum, bir gün bu kasabadan kurtulacağım” diyenler çıkıyor. Hem de doğma büyüme New Yorklu bunlar! Hatta dizi tatildeyken kendini diziye kaptırıp eyalet finallerine çalışan, ancak tatilin ikinci ayında bir aktör olduğunu hatırlayan adamlar bile çıkıyor. Kendilerini rencide etmek yerine adamların içinde bulunduğu ambiyansa bakmak lazım.
Adamlar dizi için ev inşa etmek yerine gidip bir ev kiralıyorlar ve ev adeta bir çöplük. Riggins’in, Smash Williams’ın, Saracen’ın yaşadığı evler NBC tarafından yapılmış yerler değil; gerçekten var olan yerler. Ekip bu evleri kiralıyor. Hatta bu evlerin bir tanesinde gerçekten şampiyonluk yüzüğü bulmuşlar. Yani hakikaten de birileri sefil hayatlarında güzel günler görmüş fakat yine de bu kasabadan kurtulmayı başaramamış. Zaten güzel sevgilisi, onu seven bir ailesi olan müthiş yetenekli oyun kurucu QB1 Jason Street dizinin ilk bölümünde kötürüm kalarak bu tatlı Amerikan rüyasını her gece insanın üzerine çöken o melun karabasanlara çevirip herkese nasıl bir kasabada olduklarını hatırlatıyordu.
Diziden bahsedip de filmi atlamak olmaz: Billy Bob Thornton’lu film harikaydı ve Thornton orada iyi bir iş çıkarmıştı. bu yüzden orada Thornton’un oyndığı adamı oynayacak ama Thornton gibi de olmayacak bir adam arıyorlardı ki şansa bala Kyle Chandler’ı buldular. Chandler o sıralar tam da adam etmesi gereken liseli gençler gibi gezip tozup içiyordu. İşte bu kafası güzel hali için onu seçti Berg. Chandler “Coach Taylor” olarak o kadar iyiydi ki onu seçtikleri için yapımcılarını bir an olsun efkara sürüklemedi. Hatta Chandler’ın büyük şirketlerin motivasyon etkinliklerine konuşmacı olarak katıldığını, yeni bir ekmek kapısı kazandığını tahmin ediyorum ben. Çünkü sezon öncesi yeni oyuncu ekibine motivasyon konuşması yaparken bile sanki Dillon lisesi koçu olarak konuşuyormuş herif.
Filmdeki “pasif eş” rolünü oynayan Connie Britton’u da “ekranda eşine dostuna mahcup olmayacak kadar uzun süre gözükeceksin” diye ikna ettiler. Zaten dizideki karakterler birbirleri ile o kadar uzun vakit geçirdiler ki dizi kesintisiz devam eden bir gerçek dünya parçasına dönüştü. Hatta antrenmanlarda Riggins gerçekten adamları çimlere yapıştırmaya başladı, settekilerden erken emekliliğini isteyenler oldu.
Friday Night Lights oyunu en gerçekçi anlatan dizilerden biri oldu. hatta son bilmem kaç yılın en iyi dizilerinden biri bana kalırsa. Mekan değişti, anlattığı hikayedeki takım değişti ama dizi bir şekilde ayakta kalmayı başardı. Çünkü en büyük hikayeyi anlatıyordu, birilerinin bir şey başarmaya en çok yaklaştığı anı kaydediyordu. Bundan daha büyük bir hikaye zor bulunur…tabi hikayedeki karakterlere de dikkat çekilmeli. Kendisi ile ilgili üçüncü tekil şahıs cümleleri kuran kibirli Smash, Alkolik Riggins ve topu bomba diye karakola götürecek bir adamdan içindeki potansiyeli açığa çıkaranlar sayesinde QB1’a(quarterback) dönüşen Saracen…hepsinin hikayesi çok iyi işlendi ve hikayenin merkezindeki koç ve ailesinin hikayesini sonuna kadar destekledi. Yan hikayelerin etkisi, özü kuvvetli ana hikayenin yanında kadayıfın üstündeki kaymak gibiydi.
Bir One Tree Hill, bir the O.C türünde bir dizi değildi ama onlarla kıyaslayanlar da sürüsüne bereketti. Şimdi ne Newport Beach sakini milyonerler ne de One Tree Hill gençleri kızmasınlar, o dizilerin de başarılı olduğu zamanlar vardı ama genel olarak hiçbiri Friday Night Lights kadar gerçek ve çarpıcı olamadı. Mesela onların da başarılı müzikleri vardı ama –sırf laf müziğe gelsin diye bu paragrafı yazdım- hiçbiri bu dizinin müziklerine yaklaşamadı.
"…Olabilecek tüm güzel şeylere dair bir umut bırakıp da gitti. Oysa gitmeseydi şimdi her yer birbirine benzemeyecekti. Yalnızsanız nerede olduğunuzun bir önemi yok… Belki biraz daha zaman geçirebilseydik bazı şeyleri yoluna koyabilirdim ve belki her şey sonu yazmanız için size bırakılmış harika bir romana benzemezdi. Siz kalemi elinize alıp ne yazarsanız yazın güzel bitmeyecekti o roman, çünkü kimse sen olmadan bu romanın sonunu layığıyla bağlayamaz…" ulan neler diyorum ben!? bloğuna reklam alanlara inat ben bloğa kaşla göz arasında mini bir trajedi almışım! Alıntı bu değildi, bu başka bir hikaye…alıntı aşağıda:
“Give all of us gathered here tonight the strength to remember that life is so very fragile. We are all vulnerable, and we will all, at some point in our lives... fall. We will all fall. We must carry this in our hearts... that what we have is special. That it can be taken from us, and when it is taken from us, we will be tested. We will be tested to our very souls. We will now all be tested. It is these times, it is this pain, that allows us to look inside ourselves."
-Coach Taylor-
Yani diyor ki kendinizi kırılmaz bir antika porselen gibi güçlü hissediyor olabilirsiniz ama hayat öyledir ki bir gün sizi paramparça eder. İşte bu anlarda özel olduğunu düşünerek yaşayan biz imtihan edileceğiz. Hepimiz imtihan edileceğiz ve bu zor zamanlarda içimize düşen acı kendimizi keşfetmemize yardım edecek.
Hem filmin hem de dizinin tema müziği olan “Your hand in mine” ile bitirip Teksas dolaylarına selam göndermeden önce filmi, diziyi izleyen izlemeyen herkese tek bir şey söylemek istiyorum:
O son top çizgiyi geçmiyor ya işte o an hayatlarımızın çıktısını alıyoruz, hayat işte bu. zaten her şey çizgiyi geçmeyen bir top ile alakalıydı…
0 yorum:
Yorum Gönder