-Insignification-
Neydi? Ha, postmodernizm!!! Aydınlanma çağı'ndan aldığı mirasla ilerleyen, akla dayanan modernitenin çöktüğü görüşü teorisi ortaya atılır. Böyle ansızın, apansız, birden! Yok lan tabii ki de zamanla olur bu işler… her şeyden önce bu kollektif algı değişiminde dünya savaşlarının etkisi büyüktür, buna hiç şüphe yok. Beklenen yıkım gözyaşı getirmiştir, o totoş fütüristlerin fantezilerindeki yeniden inşa coşkusu da bir boka yaramamıştır. Beklenen yıkım beklenenden büyük bir depresyon getirmiştir.
“The needs of the many outweigh the needs of the few, or the one.“ diyen spock da aslında biz dünyalıların ne kadar korkunç insanlar olduğunu bilememişti. Sizin adınıza, sizin iyiliğiniz için hareket ediyorum diyen bıyıklı herif dünya’nın sevgi yörüngesini değiştirmiştir…tam şu an bir adet Edith piaf şarkısına ihtiyacımız var, yıkıntıların üzerinde ağlayan bir askeri de kimseler unutmasın…
-Grave of the Fireflies-
Bu dünya savaşı ileride akira gibi animelere sirayet edecek bir kollektif bilinçaltı kazandırmıştır japonya’ya. İşte bu yüzden hentailerde olsun, korku filmlerinde olsun, Japonların yaptıklarını lütfen mazur görün. Üzerlerine çok gitmeyen, zor bir çocukluk geçirdiler…
Eskiler derler ki, büyük anlatılar ve büyük ülküler artık iflas etmişti... Aksine mikro anlatılara destek verme modası başlamıştır.
zamanla ortodoks marksistlerin görüşleri etkisini yitirmiştir. tamamen yok olmasalar da tıpkı marcuse'un amerika'da yaptığı gibi şekil değiştirmiştir fikri mücadele. işçi sınıfının mutlak devrimi fikri zayıflamış, eski sınıfsal yapının artık mevcut olmadığı ve artık yeni bloklar oluşturulması gerektiği düşünülür olmuştur. siyah hakları, feminizm ve muhalif öğrenci insiyatiflerinin değerleri karşı bloğun yeninden inşaasında kullanılmaya başlamıştır. Burada bir parantez açmak istiyorum…Marcuse’u çok eleştirip yıpratanlar var ama adam bir new Orleans görmüştür elbet; bir blues jazz görmüş, primitif rap dinlemiştir. Ben bile bir dönem kocamustafapaşa’da siyahların etkisi altında kalmış, rap’e merak salmıştım. O zamanlar cartel yoktu, müzikten önce sessizlik vardı. The silmarillion’da uluların müziği daha duyulmamıştı. Zaten zamanla İsmail yk bu ulu müziğin ahengini bozup iyi kötü ikiliğini yaratacaktı. Bu başka bir hikaye ama demem o ki, olayları zamana ve mekana göre değerlendirmeliyiz dostlarım. Mallığımı hayatımın bu dönemine verin, gençliktir diyin mesela. Diğer dönemlerimde umuyorum ki harika fikirlerim olacak. İnanın lütfen, çok ihtiyacım var buna.
Reagan dönemine geldiğimizde işler kızıştı sevgili çiçek çocukları. O dönemde yapılan kaslı adamların oynadığı ucuz filmlerdeki dandik protagonistler gibi bakmayın bana, rambo falan işte… anladınız durumun vehametini! Bakın cosby ailesini örnek aile belleyen, meydandaki nutuklarını akşam onu izleyebilmek için kısa kesen valilerin olduğu bir dönemden bahsediyoruz. O saatlerde bizim köyün muhtarı köye mühür vurur, teksas çalıları rüzgarda uçuşmayı bırakırdı. Zor zamanlardı, kalkıp da tüp kuyruğumuz vardı bizim falan demeyin hiç bana.
Hasılı, reagan dönemi fena bir dönemdi. O dönemde umutlar tekrar parçalanıvermiş, bu yıkım ortamı daha marjinal fikirlerin üretilmesine olanak vermiştir. İşte bu bastırılmış USA, metamorfozunu bir kat daha hızlı yaşamıştır.
90’lara gelindiğinde artık kadın, siyah, homoseksüel gibi bastırılmış olanların geri dönüşü hafif kalmaktadır sinemada. artık cyborg manifestoları verilmektedir ve belki de gerçekten de son savaşımız kendi bedenlerimiz uğruna olacaktır. tamamen cinsiyetten, dinden ve diğer tüm şeylerden bağımsız bir var oluşun yolu başka bir şeye dönüşmekten-cyborg- geçmektedir kimilerine göre.
hayır bakmayın sağa sola, bizim çevreden insanlar değil bunlar. Hayır kim çocuğuna böyle insanlarla arkadaş etmesi için izin verir!?
o kadar konuştuk fakat hiç marx demedik, hiç olabilir mi böyle bir şey? Bal gibi de olur, ben kendi adımı geçirmiyorum yazıda! Neyse… marx'ın üretimde, freud'un kendi içimizde gözlediği bilinçdışı unsur çok önemlidir. biz farkında olmadan egemen olanın dümen suyuna gireriz. Gramsci hegemonyayı anlatırken bundan bahseder. frankfurt okulu da çoğu zaman bunun tartışmasını yapar. biz günümüzde bile amerikan ideolojisinin içerisinde kendimizi kaybederiz. aşkın idealler uğruna yaşar, metaforik şeylerin belirsiz rotasında ilerleriz. Biz buna meyilliyiz. Kahramanlık hikayelerine bayılan biz değil miyiz?! Luke skywalker gibi evrenin Ücra köşesindeki kolpa bir gezegende dolaşan amaçsız bir adamken birden imparatorluğa adalet için başkaldıran bir kahramana dönüşmek en büyük hayalimiz! Ya biri de demiyor ki var mı böyle bir şey lan!? Star trek, tron….ya daha fazla yazamayacağım…
hani punk güzeldi iyi ki geldi falan da… herkes 70’lerdeki müthiş soloları atanları dinleseydi, kimse sahneye çıkmaya cüret etmeseydi sektör nasıl enginlere sığmayıp taşacaktı? Punk’a ihtiyaç vardı zaten… herkes kahraman olabilir, herkes sahneye çıkıp aşırı dozdan ölüp efsane olma şansına sahiptir (sakın denemeyin, olamazsınız) Bu yüzden demokratikleştirme yolu ile hepimizin bir gün amerikan hülyasını gerçekleştirebileceği düşüncesini kanıksamamız sağlanır. Böylece kimse isyan falan da etmez… Sinemada bile anlatının içinde pasifize olma durumu vardır; brecht'in buna karşı çıkan alienation effect'ine ve shklovsky'nin defamiliarization'unun tam aksine.
işte tüm bu pasifize duruma isyan digital çağda yerini siberpunk gibi bir harekete bırakmıştır. japon animeleri(ghost in the shell) ; blade runner, twelve monkeys ve matrix(bunlar da nispeten siberpunk'tır) gibi filmler ve neuromancer gibi romanlar bunun örnekleridir. siberpunk yeni bir var oluş alanı belirler ve bu alan esasında zaman ve mekan açısından tanımsız bir noktada durur. bilgi çok önemli bir güçtür ve ona sahip olacak olanlar bu hastalıklı toplumun tek tip adam yetiştiren, tahakküme dayalı sistemini yok edeceklerdir. teknoloji artık otoriteye dayatılmış bir silahtır ve yeni bir tür olarak siberpunk ortaya çıkmıştır. bu dışlanmış, ayrıksı insanlar farklı düşüncelere tahammülü olmayan topluma isyan edeceklerdir. çoğu açıdan ilham verici olan bu akım statik ve hastalıklı diye nitelendirdiği toplumu yaratanların gücünü hafife almaktadır aslında. zamanla o toplum siberpunk'ın da içini boşaltacaktır. Punk kıyafetlerin dükkanların vitrinlerinde satılması, Nirvana dinleyen “Seattle sound iyi yeeaaa!!” diyen çocukların, daha korkuncu yetişkinlerin türemesi kadar acı vericidir bu.
Twelve Monkeys
La Jetee
Serial Experiments: Lain
Ghost in the Shell: Stand Alone Complex
Yine seksenlerde bakhtin'in metinlerarasılık ve çokdillilik ile kast ettiği şeyler siberpunk gibi teknoloji destekli hareketlerin paralelindedir aslında bazı yönlerden. Metinler(text) artık tek bir zaman-mekan çerçevesinde yaratılmazlar. başka mekanların, başka zamanların söylemleri metinleri oluşturur. nasıl cyberspace belirsiz ve karmaşıksa bir metin de aynen öyledir.
kalkıp da bir bara giren plankton ile konuşan cicero’yu anlatan bir roman yazabilirsin veya Einstein ile marliyn monroe’yu ayna masada buluşturan bir film…çabuk olmalısın yalnız, bunların halihazırda yapılmış olma ihtimali her geçen saatle beraber artmakta.
bir temassızlık var sizin de fark ettiğiniz üzere….yani belirsiz ve kesintili bir gerçeklik var…yani olduğu kadar işte, olanla idare edin…bu belirsizlik ve kesintililik baudrillard'da zirve yapar. hakikatin yok olduğunu söyleyen baudrillard aslında pasifize olmuş insan, amerikan hülyası, platon'un mağara tasviri, bir düşün içinde bir düş gibi konseptlerin ortak paydasına hizmet eder. her şey tükenmiştir, her şeyin içi boştur, bu dünya boştur, hiçbir şeyin altında bir şey yoktur çünkü her şey yok olmuştur artık. bu pasifize durumun zirve noktasıdır. körfez savaşı bile yoktur, hem uçak pilotunun vurduğu da zaten ekrandaki yeşil bir noktadır, gerçek bir savaş yoktur.
baudrillard disneyland örneği verir(sanırım las vegas da buna uyar. Çölde bir vahadır vegas. Ayrıca o kadar güzel kızın hepsini ıssıza kaldırmış olamazlar!). disneyland bir simülasyondur. artık hipergerçeklik vardır, hakikat yoktur, simülasyondur her şey. simülasyon; kendisini oluşturan şeye ait temel özellikleri taşıyan ama zamanla bütün o temel özelliklerin yerine geçip onları maskeleyen bir şeydir. disneyland gerçektir artık, onun nereden modellendiği önemli değildir. biyolojide de bir organ modellenirken bir sürü data kullanılır ve gerçek değerler ve realite göz önünde bulundurulur ama o yapay organ üretildiği anda o gerçek olan şeylerin önemi yoktur. bizim için model gerçektir, şüphe yoktur bundan.
modern fizik de bunu destekler. kuantum, kaos teorisi vs ile postmodern bir görelilik durumu ortaya çıkar. bilgimizdeki eksiklik , kavrama gücümüzün sınırları vs bu göreliliği kuvvetlendirir ama bu bazen korkunç boyutlara ulaşır. yani öyle bir an gelir ki "postmodernizm" etiketini koyduğum anda sınırsız saçmalama yetkisini kazanmış gibi olurum. Ben etikete bile ihtiyaç duymadan saçmalıyorum ama bunu sistemli şekilde yapabilenler var…
bu son derece tehlikelidir. bazı durumlarda gerçeği kaybetmek ile her şeyimizi kaybederiz. web'de var olmak, siberuzayda yaşamak, sınırsız fantezi ile metin oluşturmak bizi hissizleştiriyor ve ben buna çok üzülüyorum. Böyle naif ifade ettiğimde kaale alınmıyorum tamam ama bunu bir grup terapi odası paylaşımı olarak görün dostlar… blade runner'da "anılarımız duygularımızın yastığıdır" gibi bir replik vardır. biz bu mekansızlık ve zamansızlık içerisinde, akla dayalı olanın kaybolduğu bir anlatıda zaten hiç yaşamamış oluruz. yaşamadığımız için gerçek duygularımız olamaz(anılarımız yok, cengiz Kurtoğlu yalan mı söylüyor ulan o şarkıda!?).
facebook'tan konuşmak, sevişmek gibi bir şey bu. birbirimize temas etmeliyiz, gerçek hayatın içine girmeliyiz. esas devrimin yolu, esas cesaret göstergesi budur. gerçeğe bulaşıp onun sıkıntılarını tecrübe etmek , yara almak ama yine de korkmamak. esas farkındalık, esas aydınlanma gerçekle çarpışmakla olur. teknoloji ve araçları birer silahtır sadece. savaş başka bir siberalanda olabilir ama en nihayetinde ölülerimizi buraya gömeriz. burada dokunuruz birbirimize , buranın gerçekliğini tamamen terk edersek işte o zaman kaybederiz. boş sinema salonunda oturup bütün gün rambo filmi izleyen o adam oluruz. ses etmeden, izleriz bize sunulanı. hayatta kalmamızın anlamı yok olup gider. Evde oturup halo oynamayın oğlum, komşu kızına kek götürün, havuçlu!
"yaşamayacak olması çok kötü. fakat, diğer taraftan, kim yaşıyor ki?"
-blade runner-
AKİRA
Akira, gerçek anlamda animeyi batıyla tanıştıran ve bundan bağımsız olarak değerlendirildiğinde de içeriğiyle de çok değerli bir yerde duran bir animedir. animasyon kalitesi ve hikayesi ile tüm zamanların en iyilerinden biri olduğunu söylesek sanırım bir sıkıntı yaşamayız. Federaller kapıya tekmeyi vurup apar topar bizi guantanamo’ya götürmezler. Çünkü full kapasite orası, eve götürürler. Daha fena… yok bir şey olmaz, hanım yatakları ayırmaz…samuray kılıcı ile tek hamlede yatağı ayıran, erini kanepeye postalayan anime kadınları yapar ancak onu…yani çok fazla konuyu dağıtmadan- dağılır nolcak, sen gençsin bunlarla imtihan ediliyorsun sen- tekrar akira’ya dönelim.
Akira tam da siberpunk'ın otoritenin hükmettiği bir bedeni ortadan kaldırma prensibine yaslanır. sizin kimliğinizi ortaya koyan gövdeniz tıpkı internet ortamında olduğu gibi yok olursa artık otoritenin sınırlandırıcı kurallarından azade var olmaya başlayabilirsiniz. bu cinsiyet, sınıf gibi toplumsal kimlik öğelerinden sıyrılıp özgür bir mevcudiyete ulaşma çabasıdır. zaten eski tokyo olarak nitelendirilen babadan kalma yıkımın içinde büyüyen ve motosiklet çetesi mensubu olarak punk bir duruşu olan tetsuo tam da bir "otoriteye isyan metaforu"dur. zaten ergen olan tetsuo büyüklerin dünyasına girerken, sembolik sosyal düzeni ve onun getirdiği yıkımı(maddi manevi) adeta bir ergen öfkesine kurban edecektir.
genç ve mağdurluğundan ötürü intikamı meşrulaşan tetsuo insanüstü bir mertebeye eriştiğinde bir metamorfoza uğrayacaktır. tıpkı ikinci dünya savaşı sonrası japonya gibi güçlenecek ama içinde taşıdığı mahzunluk, ekonomik anlamda gelişen ve global dünyanın önemli kitlesel kültür üreticilerinden biri olmasına rağmen adeta kendine acıyan, kısmen yalıtılmış olmayı güvende kalmak olarak yorumlayan japonya gibi davranmasına neden olacaktır. tam olarak başat kültürle(batı ile ) kaynaşmaktan kaçınan ülkesi gibi hareket edecektir, tam bir uzlaşı mümkün gözükmemektedir. tetsuo büyüklerden, geçmişten, toplumsal düzenden intikam alıp bütün o eski tokyo düzenini yok edecektir. yalnız öfkesinde insani olan hiçbir şey kalmadığından ötürü metamorfoz ancak yıkım getirecektir.
zaten akira da ümit dolu bir gelecek tasvirine mahal verecek bir anime değildir. tetsuo öfkesi ile beraber yeni bir evren yaratır yıkımı ile ve o evrene akira gibi farklı olanları taşır. geride kalanlar ise önlerinde mutlu sonla biten bir değişim serüvenine dair kayda değer bir umut dahi olmadan tokyo yıkıntılarının içinde yaşamaya devam ederler.
Teksas saati ile sığırları gütme vaktidir eastwood! Bu yüzden şimdi çıkıp çarşambayı cumartesiye bağlayan gecelerde yapılacak olan bir partiye katılmam gerekiyor. Herkesin şapkasını önüne alıp bu durumları bir düşünmesi gerek. Özellikle de sen ecchi seven küçük dostum, senin için de edepsiz animelerle ilgili bir çalışmam olacak. Ama şimdi gidip yatağınızın altındaki canavarları susturun, büyüdüğünüzde onlardan bahsedeceğinizi söyleyin....bir bedel ödemek zorunda kalacaksınız. Belki hep onları yazarsınız del toro gibi…aman neyse, partiye gidin ama sakın ha çocuk yapmayın.Sonra dünyayı yok ediyorlar… Bu da bu yazının ana fikriydi.
1 yorum:
bu ne len
Yorum Gönder