Sanıyorlar ki hayal gücü bu dünyadan kaçmak için; biz hep bu dünyaya dair güzel olabilirlikleri düşlemiştik oysa. Ben bu dünyada Jules Verne’i nikah şahidi yapıp dünya evine girmek istedim. Çünkü burası bildiğimiz sevdiğimiz tek yerdi be! Gözleri dört defa çimen yeşiliydi Marion’un be Sadri Baba! Biz sanki dünyada hayat varmış gibi bir de uzaya bakıyoruz hayat var mı diye be Fox Mulder! Dünyada hayat olduğuna dair inancımızı kaybetmeseydik hiç yukarılara bakar mıydık? Her şey aslında buraların hikayesi, bizim buraların ve en çok da burada görmek istediklerimizin.
BİLİM KURGU
Türün edebiyat ve sinemadaki yükselişi yeni bir yüz yılın başlangıcında değişim sancıları ile kıvranan dünyanın eseridir. Düşünün imparatorluklar, feodalite çökmüş; hepsinin yerini ulus devletler almış. Ulus devletlerde kendini tanımlama, otoriteyi yeniden isimlendirme sürecinde milletin özünü kuvvetlendirecek, düşmana karşı tek safta toplanılmasını sağlayacak metotlar aramak kaçınılmaz olmuş. Aşırı milliyetçiliğe açılan kapı insafsız bezirganbaşı tarafından aralık bırakılmış. Kentler daha kent, kasabalar daha kasaba olmuş. Biricik Baudalaire'nin içindeki boşluk o melun kentler yüzünden daha da büyümüş, daha kötü daha yalnız olmak istemiş bizim Baudalaire. Faust şeytanla el sıkışmış , sonra "lanet olsun bu modern topluma" demiş, pişman olmuş... tabii Mary shelley çoktan bilim kurgunun anası olmuş; olmuş da zilyon tane aynı konseptli örnek yaratılmış onun izinden giden...
Hiçbir halt eskisi gibi değilmiş artık. Frankenstein'ın dışlanılmışlığını anlayacak çok fazla insan varmış o zamanlar. Paris Komünü'nü de bildiniz siz...Kocaman meydanlar yapılmış güç sahipleri gerektiğinde nutuk atsın, gerektiğinde de toplananların üzerinden tank yürütsün diye. Parisien bilir ; ben bilmem, istanbul çocuğuyum ben...aslına bakarsın biz de biliriz ama "yorum yok çocuklar" diyen magazin ünlüleri gibi davranmak istiyorum şu an. Mesela Berlin ne güzeldir , her yerinde konser veresin gelir. Norveç ne fena mesela, herkesin kilise yakası geliyormuş...
O zamanlar bir bakmışsın kafeler kurulmuş , bir bakmışsın beraber takılıyor insanlar. vitrinlere bakarak aylak aylak dolaşır bazıları... Paris'te kamusal mekanlar çoğalır. Lumierre denilen herif gelip "sinemayı buldum" der o kafelerden birinden, bir Paris kafesinde...Teknoloji o kadar çok gelişmiştir ki şaşkınlık içindedir insanlar. İpad’in çıktığını açıklayan Steve Jobs bakışları vardır insanların yüzünde…bir hayranlık bir "sense of wonder" sarar dört bir yanı. Sonra H.G Welles diye bir adam çıkar, zamanı ve mekanı büker. Aya gider, zamanda yolculuk yapar. Bu adam bilim kurgunun babası diye anılırken Dreamworks sahibi Spielberg nasıl olur da izin verir "Dünyalar savaşı"nın bu kadar kötü bir filme konu olmasına. İnsan babasına bunu yapar mı? gidip bir köşede "baba, bizi neden terk ettin?" sahnesini canlandırsa daha çok reyting toplayacaktır oysa...
YAZARLAR
Bugünkü bilim kurgunun temelleri çoğu uzman tarafından Hugo Gernsback'ın yazdığı bilimsel içerikli makalelere dayandırılır. bir bilim insanı olan Gernsback 20.yy'ın başlarında spekülatif gelecek tasarılarını içeren makalelerinden oluşan bir dergi çıkarmaya başlar. Daha sonraları "scientific fiction" adını verdiği bir dergi ile esasında kendisinden çok daha önce başkaları tarafından emsalleri yazılan eserler üretir.
Kendisi adına bilim kurgu fanları tarafından "hugo ödülleri" verilen ve bu işin babası sayılan Gernsback da çıkardığı dergilerde kendisi gibi bilimsel kurmaca meraklılarına ilham verenleri unutmamıştır. Sıklıkla Mary Shelley, Jules Verne, H.G.Wells, Edgar Allan Poe gibi yazarların yazdıkları yazıları yayımlamıştır.
Mary Shelley
Mary Shelley kocası ile beraber Lord Byron'un evinde katıldığı bir partide yazmıştır "Frankenstein or the modern prometheus" adlı eserini. Normalde kocası ile akşam gezmelerine çıkmayı seven Shelley, havaların bozması yüzünden (izlanda'nın meşhur ismi okunamayan volkanik dağı "eyjafjallajökull"ün sebep olduğu felakete benzer bir sebepten) Byron'un evine tıkılmak zorunda kalmıştır. Byron da çok canının sıkıldığını, duvarların üzerine üzerine geldiğini söylemiş ve bir korku hikayesi yazma oyunu oynamayı önermiştir. Tam bu noktada o ortamın entelektüel çılgınlığının günümüzün Cihangir'inin fersah fersah ötesinde olduğunu belirtmekte fayda var. Dostoyevski külliyatını ezbere almış çaycıların yaşadığını düşündüğüm ütopik semt cihangir bile onların yanına yaklaşamaz!
O gece gördüğü rüyanın da etkisi ile ilk bilim kurgu eseri olarak kabul edilen Frankenstein'i yazan Shelley henüz 19 yaşında idi. bu benim apartmanın girişindeki fotoselin bana tavır aldığı için yanmadığını düşündüğüm yaşlara tekabül eder ve sırf bu bile aynı yaştaki insanlar arasında derin entelektüel uçurumlar olabileceğinin bir göstergesidir. Zaten Frankenstein'ın alt metnine baktığımızda bu eserin asla kötü bir "pulp magazine" yazısı seviyesinde olmadığını aksine (yaşına göre) çok daha ileri bir birikimin ürünü olduğunu görebiliriz.
Frankenstein, ismini kendisini yaratan doktordan alır. Doktor, frankenstein'i(aslında doktorun adıdır Frankenstein) yaratır ve sonra kaderine terk eder. Bu yaratıcı rolüne göz diken bilim insanının tanrıyı, "monster" denilen yaratılanın ise insanı temsil ettiği bir yapıdır. Terk edildiğini hisseden insan "why have you forsaken me" diyerek tanrısına kendisini neden terk ettiğini soran İsa'nın duygularını paylaşır. Ayrıca eserde sınıflar arası bir çatışmadan da söz edilebilir. İnsan olmaya çalışan canavar okur, öğrenir ve kendini geliştirir buna rağmen diğerleri tarafından ötekileştirilmekten kurtulamaz. Bu, proleteryanın yükselişinin soylular tarafından kabul görmemesini hatırlatır ilk anda. Üst sınıfı temsil eden doktor kendisi gibi olmaya çabalayan canavarı kabullenememiştir.
Hikayenin bütünü ileride defalarce kez hollywood tarafından işlenecek "tanrıyı oynamak" ve "ötekileştirilmek" konseptleri ile alakalıdır. Canavar "her yerde sadece benim değişmez bir şekilde dışında bırakıldığım mutluluğu görüyorum. ben yardımsever ve iyiydim; acı beni iblis yaptı. beni mutlu et ki, yeniden erdemli olayım" diyerek yaratıcısının ilgisine muhtaç olan yaratılanın hislerini açığa vurmaktadır. Ayrıca hikayenin Shelley'nin babasına ve kocasına olan nefretinin tezahürü olduğunu da iddia edenler vardır.
Prometheus kısmı ise yunan mitolojisinde Zeus tarafından bir dağın tepesinde zincire vurulan ve tanrıların görevlendirdiği bir kartal tarafından her gün organları yenilen Prometheus'tan gelir.
İnsanı yaratması yüzünden bu cezaya çarptırılmıştır prometheus. İnsanı yarattıktan sonra ise ona bilgi kıvılcımını vermiştir. Prometheus , Zeus tahtından indirilmedikçe insanların özgürlüğe ulaşamayacağını söyler. Zeus kendisine karşı insanı yaratan ve düzenini tehlikeye sokan Prometheus'a karşı hamle babında Kasparov hamlesi cinliğinde bir hamle yapar ve Pandora'yı yaratır. Pandora denilen afet, yaratılan ilk kadın olarak dünyaya kötülüğü saçacak ve bir tek umudu kavanozun dibinde tutarak insanların bitmek tükenmek bilmeyen acılar çekmesini sağlayacaktır.
Jules Verne
Jules Verne , hukuk okumasına rağmen hiçbir zaman "başka sözüm yok sayın hakim" demedi; sürekli bildiğimiz dünyanın bilgisi ile yeni bir dünya yaratmak için söyleyecek bir sözü vardı. romanlarında kullandığı gezginler ile sürekli olarak yeni yerler gösterme(aslında olmayan yerler) amacını destekleyen karakterler yaratmış oldu. bu yeni yerlerde aşina olmadığımız makineler vardı ve alışılmadık makineler çok fantastik amaçlar uğruna kullanılmaktaydı.
Denizaltıları, uzaya giden insanları ve dünyayı dolaşanları anlattığı romanları ile insanların hayret ettiği şeyleri bulmayı başararak bilim kurgu edebiyatının en temel işlevlerinden birini yerine getirmiştir Jules Verne. Anlattıklarının bu denli ilgi çekmesinin ölçülerinden biri de kitaplarının dünyada en çok okunan kitaplar arasında yer almasıdır. 80 günde devr-i alem, dünyanın merkezine yolculuk ve denizler altında 20000 fersah gibi kitapları bilim kurgu klasikleri arasında sayılmaktadır. 80 günde devr-i alem'in 2004 Disney yapımı versiyonunda Phileas Fogg'u Steve Coogan, Passepartout'u ise ünlü aksiyon-komedi yıldızı Jackie Chan canlandırmıştı. Yine kendisine ait dünyanın merkezine yolculuk'un yeniden çevrimi olan, Brendan Fraser'in başrolünde oynadığı film ne kadar 3d kullanımıyla teknolojinin geldiği noktayı göstermesi ile Verne'nin hayalperestliğine yaraşır olsa da sinema değeri açısından 1959 yapımı James Mason'lu filmin gerisindedir. ha 3d teknolojisi , Brendan Fraser'in enerjisi yüksek oyunu ve Anita Briem gibi çok boyutlu bir güzelle bu film de elbette ki geniş ailelerin hafta sonu atraksiyonu olarak hiç de fena bir alternatif değil, bunu da belirtelim.
Edgar Allan Poe, Dünya Edebiyatı'nın gelmiş geçmiş en büyük birkaç isminden biridir. Ondan çok daha fazla eser vermiş ve hayatı boyunca eleştirmenler tarafından onurlandırılıp ödüllere boğulmuş insanların asla yazmadıkları, yazamayacakları şeyleri yazabilmiş edebiyatın en büyük delisi ve kimilerine göre de en büyük dahisidir.
Poe, iyi bir öykücü olduğu kadar iyi de bir şairdir. Buna karşın şiirlerini ehemniyetsiz bulduğunu bizzat dile getirmiştir. Buna katılmak mümkün olmasa da öykülerinin yansımaları oldukları için onları benzersiz eserlerin(öykülerinin) çok başarılı röprodüksiyonları olarak görebiliriz.
http://soevos-mediun.blogspot.com/
Yazdığı şiirleri toplumsal bir mesaj vermek , donuk gerçekliği yansıtmak amacıyla yazmamıştır. şiirlerini gerçeklikten sıyrılmak, düşlerde yakalayabildiğimiz üstün güzelliğe ulaşmak maksadıyla yazmıştır. yazdıklarında içerikten çok üsluba önem vermiştir. Ancak üstün güzelliğe yöneldiğimizde gerçek dünyanın esaretinden kurtulabileceğimizi söylemiştir.
Bu noktada Poe'nin kozmik mit'ini açıklamak farz oluyor. Transandantalistlerin de yaklaşımında görülecek olan bireyin ruhunu tanrı ile özdeşleştirmesi mevzuusu...Poe'ya göre tanrı evrenin içindeki her maddede vardır ve evrensel ruh hepsinin içinde mevcuttur, tanrı tüm evrene yayılmıştır. Günün birinde bu dağınıklık toparlanacak ve evrensel ruh orjinal kaynağa dönecektir. Bu yolculukta dünya insanların zihinsel faaliyetlerine dayanan bir çöküş içindedir. İnsanın yaptıkları varoluşunun masumiyeti ile çelişir. Bu çöküş yüzünden "enfekte" olan insan zevkleri ve imgelemi bastırıyordur. İşte poe da orjinal birliğe dönüş için yol gösteren biridir, bu dünyada. Daha güzel bir dünyaya dönmek için çabalar her daim. Bu yüzden gerçekliğe karşı çıkar Poe.
Poe'nun hikayelerinde sıklıkla kullandığı şeylerden biri de "çocukluğa duyulan özlem"dir. Büyüdükçe gündelik yaşama esir düşer ve çocukluk günlerini hatırlamakta zorluk çektiğini söyler. Çünkü artık lekesiz bir zihnin sonsuz parıltısına sahip değildir. bu yüzden geçmiş düşlerle ulaşabileceği bir yerdir artık; gece ve gündüz görülen düşlerle üstün güzelliğe ulaşmayı amaçlayan Poe kimi zaman bilindik formların güzelliğini kullanır eserlerinde. belki de bilindik güzelliklerin birleşimi ile ulaşabileceğini düşünür o ulaşmak istediği yere. Çoğu zaman bilindik şeyleri kullanarak bilinenin ötesine ulaşmaya çalışır. Özellikle de şiirlerinde anlam belirsizliğine başvurur. bu dünyanın dışındaki bilinmeyen, sadece bizim görebildiğimiz ;başkasının farklı gördüğü şeylere sürükleniriz onun sayesinde.
Poe'nun en bilindik şiirleri Kuzgun, Annabell Lee, Bir düşün içinde bir düş'tür. Morg sokağı cinayetleri, Usher evi'nin çöküşü gibi pekçok hikayesi ile de tanınan poe bilim kurgu edebiyatının bir roman formu olarak şekillenmesi sürecinde yazdığı korku edebiyatı ürünleri ile çok önemli bir ilham kaynağı olmuştur; bir nevi karanlıklar vadisindeki bir yol gösterici görevini üstlenmiştir.
Efsane b filmleri yönetmeni Roger Corman kariyeri boyunca birçok poe uyarlamasını sinemaya uyarlamıştır. Bu filmlerde türün meraklıları arasında korkunç derecede ünlü olan Vincent Price ve Barbara Steele'ye rastlamak mümkün. Ayrıca senaryolarda da bu türün iyi yazarlarından Richard Matheson'un parmağı vardır.
Herbert George Wells
Diğer adamımız H.G Wells ise biyoloji eğitimi görmüş, Jules Verne'nin açtığı yolda ilerleyip günümüz bilim kurgu edebiyatının temellerini atmıştır. Uzaylılar ile sıcak temas ve zamanda yolculuk gibi konseptler ile namı yürüyen Wells'in romanları defalarca kez sinemaya uyarlanmıştır. Genellikle eski bilim kurgu filmlerinin yeniden çevirilmesi yüzünden çoğu kişi bu uyarlamaları 2000'ler versiyonları ile hatırlamakta ki bu uzaylıların istilası kadar korkunç bir durum! Robert Wise'nin filminin Keanu Reeves'li versiyonunu izleyenler sanırım (imax'i dahi korkunçtur!) bilim kurgudan soğumuştur. Kimin neyi hangi motivasyonla yaptığının belli olmadığı bu yapıtın dışında bir Wells romanı uyarlaması olan "The Time Machine" in milenyum sonrası remake versiyonu da son derece yetersizdir. George pal'ın yaptığı 1960 yapımı olan versiyonu izlemek çok daha yerinde bir karar olacaktır.
Bunların yanısıra Marlon Brando'lu versiyonu ile hatırlayacağımız(Burt lancaster'lı film daha iyidir) "Dr. moreau'nun adası" da konusu itibari ile kanonik bir bilim kurgu hikayesidir. Tanrıcılık oynayan bilim adamı hikayesi ile kendisinden sonra yapılan pek çok filme ilham vermiştir.
Temalar
Jules Verne, H.G Welles, Edgar Allan Poe gibileri bu işin öncüsüdür. Sonradan da çok temiz, çok iyi çocuklar çıkmıştır ha! bütün bu adamlar hangi temaları kullanmıştır, bilmek hakkımız elbet. Uzay yolculuğu en çok tutanıdır bunların. Tıpkı X-files'taki Fox Mulder gibi dünya dışındaki hayatı aramaktan buradaki hayatı unutmuştu insanlar. Bizimkiler hep yeni bir yol buldular, başka bir gezegenden gelenleri "öteki" olarak gördüler. Başka bir gezegene kendileri gitmek istediler sonra. Gezegen uzak olduğu için kolonileşme sembolü yıldız gemileri yaptılar. Yıllarca bu gemilerde yaşadılar, pekçok dizi ve film bu temayı kullanarak popüler oldu. Battlestar Galactica diyenin ağzına vururum, insan çocukluk aşkını hatırlamış gibi oluyor…
Sonra uzayda yolculuk ettiler. Ükronik metinlerin kaynağı olan zamanda değişiklikleri yaptılar, alternatif tarihi gösterdiler. Sonra Marty Mcfly aile resminden bazılarını kaybetti. Zamanın şakası yoktu..
Bilim gelişti gelişti...DNA'yı değiştirdiler, klonları yarattılar, yapay zekayı devreye soktular, makinelerin yükselişini gösterdiler...Süper robotları bilirsiniz, bücür japonlar içine girince kendilerinden geçerler...
Yeri gelmişken ütopyaları unuttuk. Onlar da çok önemliydi bakın. Huxley, Thomas more, Orwell neyim okunmalı. Onları bilahare konuşuruz…
Bilim kurgu çok farklı alt türlerde eserler verdi. Steam punk, apokaliptik öyküler, cyberpunk...Neyle ilgili olursa olsun insanın değişen dünya karşısındaki şaşkınlığını, korkularını ve de hayranlığını anlatmıştır bilim kurgu. Anlatırken de zamanın ruhunu yansıtmıştır. Zaten dönemle ilgili en çok ipucu veren türler bilim kurgu ile korkudur dikkat edersek.
Son, The end, fin....
demem o ki , saydığım ve çokçasını sayamadığım isimlerin omuzlarında yükselen bilim kurgu siber punk ve spekülatif kurgunun da popülerliği ile melezleşmiş, anlam kaymasına uğramış ama yine de hala türe dair çok değerli eserlere rastlanmaya devam edilmiştir...ve bunların haricinde...pazar akşamları o drew barrymore filmini de izleyebilirsiniz...dediğim gibi her şey buraya dair olabilirliklerdi. oldurabilirseniz sizin adınıza ancak sevinebilirim...
0 yorum:
Yorum Gönder