Sinema teknolojisini Edison’a mal ettiğimizi düşünelim. Tesla uzayla, galaksi ile ilgili planlar yaparken Edison totoşu her icadından nasıl daha fazla kar edebileceğini düşünüyordu yine. Bu yüzden bireysel, egosu şişik edison ne tesadüftür ki herkesin bireysel olarak film izleyebileceği bir alet olan kinotoskopu icat etmiştir. Lumierre ise bunu insanların günlük eğlencesi, bir toplu aktivite olarak ele alıp sinemayı başlatmıştır. Lumierre’in dangozluğu da filmlerin değil de ürettiği makinenin üzerinden yürütülen bir ticaret aktivitesi düşünmüş olmasıdır ki zaten “aman biz fotoğraf sanatçısıyız, kanımız da mavi, para zaten gani” anlayışındaki heriflerden başka da bir şey beklenmezdi. Eğer sinematograf selanik’te bulunmuş olsaydı dedelerim on iki adayı satın alırlardı, güç yanlış insanların eline geçmemeli. Görüyorsunuz adamlar aletin kıymetini bilememişler…ilk raundu kazanan lumierre olsa da sinematografının patentini satın alacak olan pathe işin sefasını sürecektir . eğer ki dünya savaşları boynunu bükmese hollywood’u kadını yapabilecek bir şirkettir canım pathe(şimdi Amerikalıların falan olabilir, ben böyle dünyanın ızdırabına son vereyim!).
O zamanlar Hollywood henüz keşfedilmemişti, new york sinemanın kalesi olarak işlev görmekteydi…sonradan doğa manzarası ve sıcak iklim akla gelince, Edison da Kodak ile anlaşıp sinemacılara “almanya’dan oğlum geldi, çık evden” muamelesi yapınca tezgahlar bu sefer Hollywood’a kurulacaktı.….neyse yıl 1903…gel zaman git zaman, melies illüzyonistinin manyak filmlerini yaptığı o güzel yıllardan sonra, zannerdersem o sıralar edison şirketi için çalışmakta olan edwin s. Porter ilk western’i yapar ve bu aynı zamanda ilk “film gibi filmdir”. Tabii buna film dersek Griffith çığırtkanının 62372488 saat süren filmlerine ne diyeceğiz? “feature” kategorisinde olmasa da bazı unsurları ile bildiğimiz filme göz kırpmıştır diyelim biz…Daha önceleri “bakın bakın burada teknolojik bir olay var, azıcık görüntülere bakın” kafası başka bir şeye doğru evrilmiştir artık. Açı kullanımı vardır, cross cut vardır, paralel anlatım vardır filmde…what the fuck is going on lan orada!? Gerçekten de sabit kameraya can vermiştir porter, insanları çok şaşırtmıştır. Ayrıca Griffith ile eisenstein kurgu konusunda ona teşekkür etmiştir herhalde, büyük emeği var adamın sinemada
.
Baktığımız zaman, İlk western filminin the great train robbery(porter, 1903) olduğu gibi bir sav olsa da çoğu otorite filmin western'den ziyade bir pre- western aktüalite filmi olarak görülmesi gerektiğini düşünmektedir. Hortum şakası, bir trenin ciotat garı’na girişi, duvarın yıkılması gibi Lumierre’nin ilk gösterimde seyirciye açtığı filmler kadar “aktüel” değildir ama bir Once upon a time in america kadar “film” de değildir.(bu cümlem tarihe geçsin, olur da bir makam sahibi olursam çocuğunuzu çağırıp “tükür bakiim çocuğum şunun yüzüne” deyin) .muhakkak ki film bir ampirik gerçekliğin referansı olabilir ama film içi olayların bir iç rasyonelliğe sahip olması gerekmekte ve bu rasyonelliğin hüküm sürdüğü dünyanın gerçeğe uygunluğu türün sınırlarını belirlemektedir. Elbette ki saloon girl, posta arabası soygunu, tren yolları, haydutlar western’in temel unsurlarıdır ama bu, filmi western janrası içinde görmeye ne kadar yeter onu tartışırız…mesela yarın akşam milli maçtan sonra boşum, ipek bornozlarım da var…yani diyorum ki bunu biraz düşünelim, ilişkimizi zamana bırakalım.
Elbette ki bir western filminde önceden formulize edilmiş olan ve gerçeğe uygunluk hissimizi şekillendiren dekorlar, dramatik yapı, atmosfer ve karakterler vardır. bir kahraman(hero), bir kötü(villain), arada kalmış bir karakter(badman), bir bar kadını(saloon girl), aşık olunan erdemli kadın, doktor, sarhoş, posta arabası, duello gibi karakterler ve filmsel unsurlar bulunmaktadır. Bunlar karakteristik şeylerdir ama daha önemli ve daha derin bir zamazingo var.
Evet, tüm bunların yanında western özünde, "bir uygarlığın doğuşu" hikayesidir. Zaten bu açıdan ilk western filmine porter'ın filmini örnek gösteremeyiz. D.w.griffith'in yaptığı filmlerde bu tanıma yakın bir şeye rastlanmaktadır. Yine de ilk filmin hangi film olduğu biraz muğlaktır. Gerçek anlamda bir western için western melodramının epik hikayelere evrildiği ve gerçek anlamda bir ulus inşasını anlatan westernlere bakılmalı. western türünde ilk büyük yapıtların jesse james ve stagecoach filmleri olduğunu söylersek sanırım korkunç bir hata yapmamış oluruz.
Sevgili apache’ler, söylemeye çalıştığım gibi bir western filminin bazı temel özellikleri vardır ve üstteki paragrafta geçen ulus inşasına özellikle parmak basmak istiyorum ben… Western 19.yy'da uzak batı'nın iskana açıldığı dönemde geçer genellikle. batı'ya uygarlığı ve demokrasiyi getiren bir halkın yolculuğu ve kahramalığıdır ön planda olan. zaten western tüm zamanların en "amerikan" hikayesidir. Hatta sevgili cherokee’ler, western amerika’ya ait olan tek türdür. Sağdan soldan apartmadığı ender şeylerden biridir.
Gerçeklik nasıl ki kurmaca hale getirilmeden ardışık tarihsel olayların ampirikliğinde anlam bulamıyorsa amerika'nın gerçekliği de kurmacası ortaya çıkarılmadan ifade edilemez. sürekli olarak sınırları genişletme( maddesel bir hattan daha çok imgesel bir ufuk) felsefesi üzerine inşaa edilen bir ülke'nin en modern sloganının “we can change” olması da rastlantı değil. çünkü batıya gitmek, geride bırakmaktır. red kit batıya giderken arkasında bırakır her şeyi. çünkü adaleti sağlamak için batıya gitmesi gerekiyordur. western filmlerinde bir ulusun sözcülüğünü yapabilecek çapta biri olan kahraman da bu adaletin tesisini kendine misyon edinmiştir. sınır ötesine demokrasi götürmek isteyen abd'nin görünürdeki niyeti de budur ya zaten.
Amerikan rüyasının yıkılmadığı dönemlerin western atmosferi epik bir atmosferdir. bir ulusu tüm olumsuzluklara karşın kuran cefakar insanların kahramanlık hikayesinin epik bir atmosfere ihtiyacı vardır. yekvücut olarak ulus uygarlığını vaat edilmiş topraklarda kurmak elzemdir…bak duygulandım, coşkun duyguların esiri oldum.
vaat edilmiş topraklar, tanrı tarafından kendisine bir misyon yüklenmiş ulus ve zulüm görüp mağdur edilmişlik... amerika'ya gelen kalvinist püritenlerin avrupa'nın zulmünden kaçışı hikayesi israil'in hikayesi ile özdeşleştirilir bir yerde. kızıldeniz değil de atlantik okyanusu yarılmıştır bu sefer. kendilerine vaat edilmiş topraklara ulaşmanın peşinde seçilmiş ulus olma motivasyonu ile hareket eden bir ulustur amerika ve bunun hikayesi de western'lerdir. amerika'nın kuruluşu ve bağımsızlığından sonraki liderlerin söylemleri de bunu temellendiren söylemlerdir, sürekli olarak mağrur ama yüce bir misyonu her şeye ragmen gerçekleştirmek için çalışacak kadar da dirayetli bir ulusun portresi çizilir her daim.
western sonraki dönemlerde amerikan rüyasının yıkımına paralel olarak epik havasını yitirip daha dokunaklı bir havaya bürünmüştür. bu filmlerin öyküsünde, colombus'un amerikan kıtasını cennet olarak gördüğü o ilk karaya çıkış anının beklenen yeni başlangıca bizleri götürememesinin hayal kırıklığı vardır. İyi ve kötü eskisi kadar ayrıksı değildir ve batıda ümitvar olmak için elle tutulur hiçbir şey kalmamıştır. Zaten bu da günümüzün dünyasının hikayesi, orasını herkes biliyor…
Western sürekli değişen en kadim türdür ve kahramanın yolculuğu konseptini de en iyi ve en belirgin şekilde işleyen tür olarak aslında medeniyetin yazınsal yolculuğunun başlangıcına dair emareler taşır. Bu yüzden kahramanın hikayesine gönül vermiş mitler ülkesi Amerika’nın değiştirip değiştirip bizlere sunduğu western’in yok olmayacağını, daha farklı formlarda, hatta farklı hibrit janralarda kendini göstereceğini tahmin etmek pek de zor olmasa gerek.
0 yorum:
Yorum Gönder