Seksenlerde çocuk olanlar x jenerasyonunun tüm o karakteristik özelliklerine sahip insanlar olarak kendilerini ilgisizlik, alaycılık ve yoksunluk olmaksızın ifade etme konusunda ciddi sıkıntılar yaşadılar. Çoğu kötü evlilikler geçirmiş anne babaların çocukları olarak kendi ebeveynlerine sunulan “güzel gelecek projesinin” çöküşüne ailecek yenen o akşam yemeklerinde, birbirlerinden ve hayatlarından nefret eden anne babalarının yüzlerine bakarak tanıklık ettiler. Ve komik bir şekilde tıpkı ailelerinin misafirliğe gittiğinde davrandığı gibi sanki her şey yolundaymış gibi davranan bir kutu-televizyon- tarafından yetiştirildiler, aynı anda aynı illüzyonu yaşadılar.
Gözlerdeki bağ gevşedikçe, kafayı başka tarafa çevirip huzur bulmak istediler... İşte o zaman eski zamanlara ait, herkesin gerçek ismi ile oynadığı siyah beyaz bir filmi görüp ağladılar. Hayır, “artık hiçbir şey o filmlerdeki kadar naif değil” diyerekten değil; o isimlere rağmen o filmlerdeki hiç kimse gerçek değil diye; Ne “Filiz” Filiz idi ne de “Cüneyt” Cüneyt. Artık huzur vermesi beklenilen bir geçmiş zamanlar görüntüsüne tutunmak şimdiye tutunmak kadar zordu; gelecek ise bir o kadar belirsiz... Sanki her şey Blade Runner’ın karanlık ve yağmurlu bir akşamında şehrin mazgallarından aşağı, kanalizasyona akıyordu… O akşam Platon ellerini çözüp mağaranın dışına baksaydı eğer, orada gördükleri sadece üzerine kahve dökülmüş sararmış bir senaryo sayfası olurdu.
Baby boomer’lar(anne ve babaları) korkunç savaşın yıkımının üzerine inşaa edilecek yeni bir masal diyarı yaratamamıştı. Onların çocukları her şeyin daha zor ve tanımlanamaz olduğu zamanlarda yaşamakla lanetlenmişlerdi. Bu çok acı verici bir uğraştı… Bu çocuklar ailelerinin de başarısızlıklarını telafi etmek zorundaydılar ve bu yüzden hep daha fazla çalışmaları istendi. Peki, ne için çalışacaklardı? Ve daha önemlisi, bu çocuklar nasıl insanlar olacaklardı?
60’larda bir kıvılcım belirdi, 70’lerde silahlar çekildi, 80’lerde bütün o isyan bir televizyonun içine hapsedildi, 90’larda artık peşinden koşulacak bir şey kalmadığı televizyonun karşısındaki sehpada birikmiş DVD’lere bakıldıkça yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmıştı. 2000’lerde ise artık tek yol yok olmaktı; siber bir ortamda, tanımlanamaz bir kimlikte kendini umutsuz bir dünyaya karşı izole etmekti. Dostoyevski’nin yaşadığı gibi değildi bu; bu çok ucuz ve rüküş bir beyin ölümüydü. Mevcudiyetini anlamlandırmaya çabalamak bile anlamsızlaşmışken nasıl daha fazlası beklenebilirdi ki?
Şahsen seksenlerin sonunda doğmuş biri olarak kendimi başarısız bir mtv unplugged konser kaydı olarak görüyorum. Tüm çıplaklığıyla ortada iken gerçek, yine de bazıları bu gerçeği göremeyip beni alkışlamaya devam ediyormuş gibi geliyor. Kayıtsız, sarkastik bir insan olmanın varoluşsal sorunlara karşı bir zırh olduğu bir zamanda yaşıyorum. Ethan hawke’ın oynadığı sorunlu bir dahi gibi hissediyorum kendimi. Benden beklenen şeyleri başardığımda bile hiçbir şekilde en ufak bir tatmin duygusu hissetmiyorum. Benimle beraber başarımı kutlayacak sahtekar insanların başarıma ortak olmasını istemiyorum. Her şey güzelmiş gibi, sanki hiçbirimiz acı çekmiyormuşuz gibi gülümseyenlerle aynı galada olmak istemiyorum. Ben bana sunulan hayatı bir lunapark aynasından görüyorum… Tüm şekilsizliği ve o ucube görüntüsü ancak orada, şatafatlı bir eğlencenin ortasındayken belirgin bir hal alıyor.
Benim dönemimdeki çocuklar erken olgunlaşıyorlar ve bu daha fazla acı çekmeleri anlamına geliyor… Hiçbir zaman derin bir kedere kendimi teslim etmedim ve sanırım hiçbir zaman uğrunda kendimi parçalayacak kadar önemli bir şey bulamadım. Büyüdükçe her şey daha fazla can sıkıcı gelmeye başladı, burada okul birincisi olan adamı bekleyen benzinci pompalarından bahsetmiyorum, burada esas hayal kırıklığına uğratan şey herkesin yavaş yavaş hayallerinden vazgeçtiğine tanıklık etmek.
"when you grow up, your heart dies. "
"who cares?"
"i care."
İşte, ben de umursuyorum! Bu peter pan sendromu ya da ahmakça bir nostalji değil. Ben bu kadar kötü insanlara dönüştüğümüze inanmak istemiyorum sadece. Belki Kandinsky tablolarından konuşsaydık bunu bir süreliğine unutabilirdik ama ben insanların hayatlarına dokunmadan geçmeyi istemiyorum. Ve onlarla ne kadar çok vakit geçirirsem, onlara ne kadar dokunmaya çalışırsam o kadar umutsuz biri oluyorum. Nelerle uğraştıklarına, nelerden taviz verdiklerine baktıkça her yeri dağıtasım geliyor… Böyle adamlara dönüşeceğinizi bilseydim çocukken sokağa çağırdığınızda dışarıya her sabah öylesine büyük bir hevesle çıkmazdım.
İnsanlar o kadar küçüldüler ki var olacak bir yer bulamaz oldular. Bu gördükleri ucube dünyanın içine bırakılmış olmak çok kalp kırıcıydı. Onlar daha fazla bildiler, daha fazla öğrendiler ve daha fazla acı çektiler. Bütün tarihi, bütün bu sefaletin kurmacasını yıkmak için fight club’taki gibi yıkımdan başka bir çare bulamadılar. Bazıları her şeyden kopuk, kinik, tıkanmış, yılmış insanlar oldular. Onları yetiştirenden nefret ederek büyüdüler. Tüm kökleri, yerleşik anlatıları reddettiler…
Breakfast Club’da Andrew, Bender’e şunları söyler:
“Sen kim oluyorsun birini yargılamaya? Sen sayılmazsın bile. Ortadan yok olursan, hiç birşey fark etmeyecektir. Bu okulda da var olmayabilirsin.”
Aynı şeyi hard boiled dedektifi Philip Marlowe da söylemişti:
“…Buraların yerlisiyim, Santa Rosa’da doğdum, annem de babam da öldü, kardeşim yok, bizim meslekteki herkese olabileceği gibi, eğer bir gün arka sokakların birinde zımbalanırsam, kimse hayatının temel direğinin çöktüğünü falan hissetmeyecek”
Zamanla, 40’ların ve 50’lerin film noir’larından bu yana, insanlar dönem dönem kendilerini ve onları bekleyen geleceği büyük bir karamsarlıkla karşılama eğilimi gösterdiler. Arada ümitlendikleri zamanlar oldu ama seksenlere gelindiğinde insanlar bunun koca bir yalan olduğunu, bütün bu şovun reytingi yüksek dandik bir yapım olduğunu gördüler. Bunu ifade etmeye kalkanlar dışarda bırakılmaya çalışıldı, bir kaybeden olmakla suçlandı. Oysa bu karakterlerin zekaları bunun tam tersini göstermekteydi. X jenerasyonu kendi ergenliklerini, gençliklerini 80’ler ve 90’larda yaşadı… Bu yüzden bu huzursuz, bilmiş karakterlerin olduğu filmlerin en güzelleri bu dönemlerde yapıldı. Zaten 2000’lere geldiğimizde her şey o kadar anlamını yitirdi ki kimse bir kara film dedektifi gibi ne kendini ne de hayatı sorgulamayı anlam ifade eden bir eylem olarak görebilir oldu. İşte bu nihilizmin eseri olarak artık tünelin ucundaki ışık sönüvermişti.
Bender x jenerasyonunun sinemasının ikonik bir yansımasıydı. Ona baktığınızda tüm bu anlatılanlar bir anlam kazanıyordu. Onun sayesinde maskeler düşüyordu. O gün cezaya kalan herkes aslında birbirine hiç düşünmedikleri kadar yakın olduklarının farkına varıyorlardı. Bundan daha normal bir şey olamazdı; onlar aynı zamanlarda yaşamışlardı. Aileler, toplum ve onların getirdikleri ortadan kalktığında sadece kendi ortak gerçeklikleri ile kalıyorlardı. Onlar şans eseri bir araya gelmiş bir aile olmuşlardı. Birbirlerine kalplerini açacak kadar yakın oldukları bir deneyim yaşadılar o gün.
80’lerde John Hughes’un yaptığı filmler bu jenerasyonun sıkıntılarını brat pack grubu gençlerin üzerinden anlatsa da bu filmler mesele itibari ile bizim jenerasyonumuzu ve sonrakileri de yakından ilgilendiren ve evrensel bir boyuta ulaşan filmlerdi. Biz ne İndiana Lisesi 88 mezunlarıyız ne de hayatımız boyunca bir balo kralı/kraliçesi seçilme şansımız vardı ama o okulda olanları hepimiz anlayabiliyoruz…
Andrew, Claire, Allison, Brian ve Bender o gün birbirlerine kalplerini açtılar. Filmin sonunda da hepsi sanki yarın okula geldiklerinde her şey daha güzel olabilecekmiş düşüncesi ile evlerine gittiler.
Peki, kendilerinin de şüpheye düştüğü gibi acaba okula döndüklerinde birbirlerinin yüzlerine bakıp birbirlerini ebediyen kalplerinde hissedebilecekler miydi? İşte bu romantik son Hughes’un o naif ve dokunaklı işlerinde bize armağan edilen sondu, filmden yanımıza kar kalacaktı. Yine de Hughes, karakterlerine tam tersi bir ihtimalin de olduğunu ve esasında bu ihtimalin romantik bir sondan daha yüksek olduğunu bizlere söyletmişti; ama kalp kırıcı olmasın diye fısıldayarak söyletmişti. Bu yüzden normalde ertesi sabah okula dönüldüğünde herkes hiçbir şey değişmemiş gibi hareket edecek olsa da biz arada güzel şeylerin de olabileceğine inandığımızdan diğer ihtimale inanmıştık. Çünkü nadiren de olsa en aşağıda olanlar yıldızları yakalar.