RSS
merhaba ve olur ya sizi göremem, şimdiden: iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler... Umarım güzel bir hayat yaşarsınız.
-SETHELEH-

Geçmişten Günümüze Paris: Midnight in Paris





"karanlık, kasvetli bir cuma akşamında evde oturmak, 1920'lerin paris'inde avangart bir sanatçı olmak kadar keyiflidir"

-setheleh-

Gerçekten bu koca bir yalan! Eski zamanların avangart sanatçıları evde oturup Desperate Housewives izlemiyorlardı bence! Hele ki dönüşümlü olarak Türk ve Amerikan versiyonlarını izleyecek kadar bedbaht olduklarını hiç zannetmiyorum. ev o kadar da "sweet" bir yer değil, "home sweet home" diyen Dorothy'nin ağzı düşer inşallah! Elbette ev iyi ama her şeyin fazlası zarar... Geçen şükran günü başımı sokacak bir evim olduğu için tanrıya şükrettim ama içinde bu kadar fazla zaman geçirdiğim için de aynı zamanda kötü kelimeler de kullandım. En yakın zamanda günah çıkarıp bunu telafi etmeyi planlıyorum, hem bu sayede Desperate Housewives ile ilgili düşüncelerimi paylaşabileceğim bir sohbet ortamına da girmiş olurum. Bunları anlatıp rahatlamam gerekiyor...

Ben en çok Marcel Carne'nin şiirsel gerçekçilik, şairane gerçekçilik kategorisinde değerlendirilen filmlerini severim. seksi, adaleli olduğum kadar duygusal da bir tarafım olduğunuı vurgulama açısından söylemiyorum bunu, bunlar, lütfen samimiyetime inanın. Öyle de bir tarafım var; kız olsaydım üzerimde mor hırka, evde kedi beslerdim... Neyse ben daha eski bir şeyden bahsedeceğim burada, 1920'lerin avangart Paris ortamından... Yalnız daha önceki paylaşımlarımızda da belirttiğim üzere akımları, furyaları dönemin koşulları çerçevesinde analiz etmenin zaruriyetine tekrardan dikkat çekmek istiyorum. Örneğin şiirsel gerçekçilik sesin bulunmasıyla işlerin değiştiği bir sinema ortamında, "büyük depresyon"u yaşayan bir dünyada, yavaş yavaş faşist güçlerin iktidara geldiği umutsuz bir dünyada ortaya çıkmıştı. Şimdi gelin Woody'nin filminin özünü oluşturan ortam nasıl oluştu, hangi şartlar bunu getirdi, bunu irdeleyelim. Yapacak daha iyi bir işiniz yoksa, mesele Joss Whedon dizilerinin blue ray'leri falan yoksa elnizde, benimle kalmanızı tavsiye ederim.

1920 yılının Fransa'sı avangart hareketlerin doğduğu yerdi. Nasıl ki Doğu Avrupa için Berlin bir cennet idiyse batı için de Fransa aynı şekilde bir cennet oluvermişti. Bu avangart hareketler özellikle resim, edebiyat ve müzikte kendini gösterirken sinemada da yankı bulmuştu. Bu avangart akımlar empresyonizm, dadaizm, sürrealizm gibi hareketlerdi ve Fransa Dünya Savaşı sonrasının toplumsal dönüşümünü sanat alanında da şiddetli bir şekilde yaşıyordu. Çünkü "güzel zamanlar" artık eski zamanlara ait çok tutmuş bir vodvil gibiydi. dünya savaşı her şeyi parçalamıştı. perde kapanmıştı artık. şimdi fransa yeni bir şey yaratmanın fabrikasıydı adeta. zaten zemin de buna müsaitti. gaumont ve pathe gibi dünya devi iki film şirketi sadece ithalat yapar hale gelmişti zira enflasyon olsun, grevler olsun, iş gücü kaybı olsun ülkeyi zora sokmuştu. bu zor zamanlar her zamanki gibi deneysel işler yapan adamların sahneye çıkmasını kolaylaştırmıştı. avangart filmler yapan insanlar çoğaldı, hatta sadece bu filmleri gösterip para kazanan sinema salonları açıldı. ayrıca bu dönem sinema anlamında kuramsal çalışmalar da yapılmaya başlanmıştı. zaten ricciotto canudo sinemaya yedinci sanat demişti bile çoktan. deluc ile beraber önemli çalışmalar yaptılar ve en önemlisi 1920 yılında dostlar kıraathanesi, kardeşler bakkaliyesi ayarında bir isimle, "yedinci sanatın dostları kulübü"nü kurdular. politik otör godard, truffaut dayılar ve arkadaşlarının ortak iştirakleri olan cahiers du cinema'nın da öncülüdür bu güzel insanlar... sinema açısından bakacak olursak en önemli etkiyi elbette ki sürrealistler yapmıştı. luis bunuel ve dali manyakları rüyalarının güçlerini birleştirerek o "endülüs köpeği"ni yaptılar. aralarındaki tutkunun körüklediği beraber çalışma azimleri sayesinde modern sanatın dibine dibine vuruverdiler.

1920'ler yaşandığında bazı şeyler öylece oluvermişti. Sebepler hem ayan beyan ortada idi hem de bir türlü farkına varılamayan hakikatler kadar sinsice gelmişlerdi... Bir gün jung okyanusa bakıp ölümün geldiğini sezdi... Bir gün dali dünyanın yaşanmayacak kadar korkunç bir yer olduğunu gördü; ama Dali olduğu için katlandı... Günlük anlamının dışına çıkabilen nesnenin durumu ile ifade edilen fotojeni işin içine girmişti. Psikanaliz almanca konuşulan yerlerde doğmuştu. Doğayı kendi gördüğü gibi resmeden ve bunu yaparken güneşin olduğu zamanları kollayan, kentli kültürün bir parçası olan empresyonistler türemişti. Aslında onlar daha önceden türemişti ama bu empresyonist dostların sinema alanına çekilmesi bu tipitip Owen Wilson'un seyyah misali yollarını arşınladığı 1920'ler Fransa'sına rastlamaktadır.



O vakitler insanlar "öyküler asla var olmadılar, sadece başı sonu önü arkası olmayan durumlar vardı... Düzenlenmiş olayları ve örgütlenmiş şeylerin ardıllığını anlatmak çok saçma...Bu bullshit" diyorlardı. Mesela Jean Epstein buna benzer bir şey demiştir; tam böyle deseydi zaten kaale alınmazdı. Yani sembolizme önem veren, klasik öykü anlatımına ve onun temsil ettiklerine karşı çıkan delluc, epstein, renoir, dulac bu kafada avangart sanatçılardı. Ha bir de tabii ki "tekerlek" filmi okullarda çokça gösterilen abel gance(Siz hala okula gidiyor musunuz???).

Bunun yanısıra dadaizm isyanı da sinemanın yanılsamasını kırmaya çalışmıştır. Esasında zürih'te Cabaret Voltaire'de toplanan sanatçılardan türemiş bir akımdır(Tristan Tzara öncülüğünde) fakat savaş sonrası dadaistler de paris'in yolunu tutuvermiştir. alayına isyan anlayışında olduklarından yaptıkları filmleri izlemek oldukça sıradışı geleceğinden izleyenler ister istemez zorlanacaktır. dadaist kanadın filmlerinden bir örnek için yine okullarda çokça gösterilen le ballet mecanique'ye bakılabilir.(1924, ferdinand leger).








Sürrealizm dadanın gömülmesinden sonra ortaya çıkar. Breton'un liderlik ettiği bir akımdır("Tristan sen çık git la, sana katılmıyorum süt oğlan" demişliği vardır) fakat zirve noktası Bunuel ile Dali'dir ki kendileri bu akımdan hiç ayrılmadan bir ömür sürrealist eserler vermişlerdir. Owen wilson'un da iki çift laf ettiği Man Ray da sürrealist kanada yakın bir sinemacıydı. Bunuel'e hiç değinmiyorum bile, benim de bir sosyal hayatım var ve kendime zaman ayırıp kaliteli yaşamalıyım...




Filme gelelim... Bir şeyi parodileştirmek için onu tam anlamıyla kavramak gerekir. Bilim kurgu, western, korku parodileştirildiğinde çoktan zirveyi görmüş türlerdi mesela. Onları oluşturan dinamikler çözümlenmişti. Yani Owen Wilson'un oynadığı Gil karakteri de burjuvanın ne olduğunu artık çözmüştü. Kapıyı açmayı bilen bir çilingir ustasıydı Gil. Hollywood'da yazarlık yaparken bu insanları çok iyi gözlemlemişti. Kendisi de o hayatın bir parçasıydı zaten, ister istemez burjuvazinin etki alanına giren biri olarak bunun üzerine düşünüyordu. Nasıl "Öyle bir Geçer Zaman Ki'de Soner "born to be wild" eşliğinde motoruyla restorana dalıp "alt tabaka"nın fahri sözcülüğünü yapma ihtiyacı hissediyorsa, nasıl söylemi ile hareketlerinde kaçınılmaz bir dualite varsa Gil'de de biraz bunun olması normaldi. (misale bak çay demle! Şu an yazıdan soğuduysanız sizi anlayışla karşılarım!)

Gil'in nişanlısı parizyen bir özlemle burjuvacılık oynayan kızın tekiydi ama Gil bundan daha fazlasıydı. Onun burjuvazinin kültürünün alaşağı edilmeye çalışıldığı zamanlara, sanatın kendisinin var olduğu; hiçbir kültürel olumlayıcının sanatın içeriğine etki etmesine sıcak bakılmadığı zamanlara özlem duyuyordu. Nişanlısı nostaljik nesneleri evlerini düzmek, diğer üst sınıf arkadaşları geldiğinde onlara zamanın hakimi olduklarını göstermek için seçiyordu. Inez geçmişe ait olanın değerini ancak onu bir statü simgesi olarak görme yoluyla kabul edebiliyordu. oysa Gil onu kendinden ayrıksı bir şey olarak dahi görmüyordu. Teşhir edilecek yabancı bir dünya ürününden ziyade yaşadığı dünyanın ayrılmaz bir bütünüydü Paris onun için. Gerçekliğini de düşlerini de kaplamıştı. Bu yüzden o da 20'lerde büyük sanatçıların yaptığı gibi paris'e gitmek, orada yaşamak istiyordu. Bugün o Paris yoktu; Inez gibiler vardı artık. O eski tablolar, plaklar sadece o ve arkadaşları gezerken bir bakıversinler diye vardı. Kendi defolarını, egosal eksikliklerini akılcılaştırma yoluyla bastırsınlar, her şeyi entelektüelleştirip meşrulaştırsınlar diye vardı. Oysa Gil için o zamanların insanları sanatsal yaratıcılık demekti, birer rol modelleriydi onlar. Daha güzel zamanlara dair olabilirliklerdi, Aristo'nun sanat anlayışındaki gibi "olan tek bir şeye değil de olabilir tüm o şeylere" işaret ediyorlardı. Bu yüzden Gil özlem duyduğu o zamanlarda yaşayan insanlara sığındı. aslında onları değil kendi duymak istediklerini duydu. sonunda da geçmişin güzelliği onu daha da geçmişte kalan bir güzellik için terk etti. Bu bütün güzel zamanların güzel insanlarının bile içinde bulundukları zamana tutanamadıklarını görmek onu kendi zamanına tutunmak için cesaretlendirdi. Bu yüzden gidip spontane yaşayan, doğal, burjuvazi kaygılarından nasiplenmemiş ama tam bir parisyen olan Gabrielle'i görmeye başladı gözleri.



Bir setheleh imzası olarak "mevzuya kıyıdan köşeden yaklaştığı anda Marion Cotillard'ı anmak" eylemini yine es geçmeyeceğiz. Favorimiz Marion Cotillard rolünde yine ölümcül derecede güzel. uğruna Karagümrük, o da yetmedi bir Paris yakılacak kadar güzel. Diğerlerinin de bir tarafı şişmesin; Owen Wilson şabalağı yine başarılı, Rachel Mcadams ise kesinlikle beklediğimden daha iyi oynamış rolünü. Onları geçtim, Dali'yi oynayan Adrian Brody, Hemingway rolündeki Corey stoll, Zelda fitzgerald rolündeki Alison Pill, sinir bozucu akademisyen olarak Martin Sheen... Hepsi çok başarılılar. Woody Allen ise büyük sinemacı, yaşının ve sanatının filmini -yüzünde müstehzi bir gülümseme ile- bizlere sunan modası geçmeyen bir modern zamanlar insanı. sağlığına duacıyız.


www.tips-fb.com
 
Copyright 2009 Sinematografik Mizah -Setheleh-. All rights reserved.
Free WordPress Themes Presented by EZwpthemes.
Bloggerized by Miss Dothy