DAVID CRONENBERG
Yaptığı filmler karşısında bırakın psikolojimizi, vücut bütünlüğümüzü dahi koruyamadığımız bu adamdan bahsetmek isterim… David iyi bir eş, iyi bir dost … Allah geçinden versin, David gerçekten esaslı bir sinema adamı. Alın size David Cronenberg, gün gelir lazım olur…
Açık konuşuyorum, kendisini sever sayarım fakat gençliğinde çektiği avangard filmleri izleyen bir seyircinin yüksek dozda sıkıntıdan öleceğini düşünüyorum ben! Yanınızda hanımınız olsa ikinci çocuğun temelini atarsınız, ansiklopediniz olsa birinci cildi bitirirsiniz… Diğer alternatifi o kadar cazip kılar ki kendinizi hiç aklınızda olmayan şeyleri yaparken bulursunuz. Ben izlerken bir film boyunca üç kez falan “başımı alıp uzak diyarlara gitme düşüncesine kapıldım”, öyle acı çektim ki dalai lama’nın bilgelik seviyesine ulaştım.
Kendisinin küçüklüğüne ve biraz da sinemasına dair birkaç şey söylemek istiyorum. Şu saatte bunu yapacak motivasyonu bulmak için de söz konusu gençlik dönemi filmlerini tekrar izledim zaten. Sevgiliniz size çiçek alıyorsa ben de burada risk alıyorum! Akıl sağlığımdaki gelgitler yüzünden başına geçeceğim holdingi kaybedip akıl hastanesinde 12 maymunculuk oynayacağım. Bunların hepsi de size olan sevgimden olacak…zalımsınız!
Ve hikaye başlar… Cronenberg bildiğiniz üzere Kanadalı ve yine bildiğiniz üzere kanada çok sıkıcı bir ülke. Atlı polis olmak veya buz hokeyi falan oynamak ya da Steve Nash olmak dışında eğlenceli hiçbir şey yok… Hele 60'larda Kanada o kadar sıkıcıydı ki sıkıntınızı anlatan uzun metraj filmler yapıp filmlerinizi underground film gösterimlerinde overdose sinefillerin ya da sadece hippilerin beğenisine sunasınız gelirdi. Cronenberg’i işte kimse bu yüzden kınayamaz, evde oturup çellist de olabilirdi ama o Kanada için zor olan yolu seçti…
Zor zamanlardı, kaliteli müzik dahi zor bulunuyordu…Ulan rock'n roll namına bir kanada eseri çalmayan radyonun volume düğmesini! Neyse, ağzımızı bozmayalım, gerçekten de zor günlerdi…60'larda Toronto'da film kursları yok…en fazla biçki dikiş kursu var o da Cronenberg için etkileyici bir şey değil. Zaten Cronenberg bir sinema hareketinden vs de etkilenmiyor, esas etkilendiği bir öğrencinin yaptığı filmdi. O film yapma olanaklarının çok kısıtlı olduğu ortamda arkadaşlarının film yapması onu çok etkilemişti. Ona bir film yapabilme fikrini, cesaretini veren de buydu. Yoksa Griffith, Vertov, Eisenstein, Mellies, Orson Welles…bunlarla bir alakası yok konunun.
O dönemde izlediği filmler sinefil arkadaşları ya da ailesi ile rutin sinema günlerinde izlediklerinden ibaretti. Antonioni filmlerini severdi; Auteur anlayışını severdi aslında cronenberg. O filmler onun sinemayı kavrayışını etkiledi ama onu film yapmaya iten başka bir şeydi. Antonioni Truth'un ulaşılmazlığını simgeleyen dokunulmaz yapıtlar yapıyordu adeta. Mesela yönetmen adayı genç dostların christopher nolan filmi izlemesi gibi ; aynı şey değil ama ulaşılmazlığı vurgulamak adına fena bir örnek değil. Prestige, Dark Knight falan…Allah’ım ben ne yapacağım!?
Cronenberg'i film yapma fikrine yaklaştıran şey arkadaşının bir T.S Elliot şiirinden (wasteland diye şiir vardı, vardı de mi lan?!) esinlenerek yaptığı bir kısa filmdi. O dönemler el kamerasını alan film yapamadığı için ve Kanada'da tür filmi namına bile pek bir şey olmadığı için bu inanılmaz bir deneyimdi cronenberg için. Kendi arkadaşlarını bir filmin içinde görmek bile başlı başına çılgın bir deneyimdi.
Cronenberg asla bir korku filmi yönetmenine yakıştırılan derecede sorunlu biri değildi. Bastırılmışlığın, çocukluk dönemi şiddetinin, dışlanmanın kıyısından bile geçmemişti çocukken. Outsider olmanın deneyimini yaşamasa bile yaşadığı yerin bol göç alan bir yer olması(türkler bile var, düşünün ortamı) ona böyle bir empati olanağı sağlamış olabilir. Kendisinin eserlerindeki ölüm teması da anne ve babasının ölümü ile ilişkilendirilse de bunu kendisi hiçbir zaman kabul etmemiştir.
Ve evet, cronenberg tahmin edilenin aksine son derece anlayışlı bir ailede, entelektüel bir ortamda büyüdü... Ailesi her türlü esnekliği sunar ona kendi yolunu bulabilmesi için, seçimlerini de yeri geldiğinde destekler. Gitarist, lepidopterist, veteriner, yazar olmak istemiş bazı dönemlerde kendisi. İşte orası Kanada olduğu için terliği suratına yememiş, biz deseydik o anda kapının önüne koyardı babamız! Bu yüzden yitip gitti benim gençliğim…
Dediğim gibi ailesi zaten kendi orta sınıf tanımını, kendi yahudilik tanımını yapacak kadar özgür ve esnek bakış açısına sahip insanlardan oluşuyormuş. Öyle ki ailesinin customize felsefesi yüzünden kendisini Yahudi ortamlarında (okulda vs) bile bir garip hissediyormuş, o derece. (ana baba anti-religious, evde christmas kutlanıyor, passover meal var aynı zamanda, ortama gel arkadaş!)
Yalnız bir durum var; babası öldüğünde kendisini onun yerine koymuş, onun gibi davranıp konuşmuş, onun yokluğunu kabullenememiş. Reenkarnasyon ve possession'a bir kavrayış ortaya çıkmış kendisinde. Babasının fiziksel olarak öldüğünü, zihinsel olarak ölmediğini düşünmüş. Beden gitmiş ama zihin kalmış gibi.
Babasının kolit(kalınbağırsak iltihabı) olması, sonra kalsiyum sentez yeteneğini kaybetmesi ve kemiklerinin yattığı yerden kırılması onu çok etkilemiş. Filmlerinde body-horror unsurlarında bunun izlerini görmek mümkün diyenler var.
Cronenberg'in gençliğinde Cinecity'de underground film gösterimleri yapılırdı. Kendi filmi "transfer" de vardı aralarında. Bu, onu bir komünitenin parçası yapmıştı. outsider'dan insider'a geçişti sinema açısından bu; izleyici olmaktan çıkmanın yolu da bu geçişteydi.
Öteki olmamak iyiydi, bir komüniteye bağlanmak iyiydi. Dışarda olmanın acısını dindiriyordu ama diğer taraftan da insanın aşırı taraflarını törpülüyordu, sinirini(tepkiselliğini) mesela. Şizofrenik bir durumdu ikisini de istemek... Bir de şimdi ünlü olacaksın, didik didik edecekler eserlerini, sana dair yorumlar yapacaklar. Kafka'nın duyarlılığını ümitsizlik, yalnızlık etiketleri ile sunanlar var mesela. Çok ayıp.
Cronenberg çok saçma bir çocukmuş. Science okurken de edebiyat, sanat ile ilgiliymiş ve zamanla science okudukça boğulduğunu hissettiğinden, science ile devam etmek istemeyeceğini anlamış(science?). bilimin bilme, keşfetme, vakıf olma kısmına ilgi duyuyordu ama akademik olarak bilim eğitimini benimseyememişti, tutkuyu görememişti orada. Bazı bilim adamları belli yapılara bağlı kalarak kaşifliklerine ve çılgınlıklarına bir tanım bulmak zorunda kalıyorlardı. Bu anlamı açıklarken yok etmek aynı zamanda. Anlam açıklandığında yok oluveriyor. yazarın yazması gibi… Yazar ölür ve mananın biricikliği algısı da onunla yok olur.
Cronenberg bilim insanının ve artistin en iyisinin çılgın ve yaratıcı olanlar olduğunu düşünür.(filmlerde doktor personası var cronenberg'in) araştırmaya önem veriyor, hayatın bir lab olduğunu insanınsa mad scientist olduğunu düşünüyor ve "insanın bilmemesi gereken şeyler" olduğuna inanmıyor, insanın yapmaması gereken aptalca şeylerin var olduğuna inanıyor. Dünya sorunları çözmek, kaosu önlemek için bir lab. Yaratıcı enerjiyi kullanıp yıkıcı enerjiyle nasıl başa çıkacağını çözmek, toplumla nasıl ve ne gibi bir ilişki içinde bulunduğunu çözmek için bir lab. Cronenberg insanı merkez olarak alıyor ve tanrı karşısındaki acizlikleri ile kestirip atmıyor bilimsel ilerleme meselesini. İnsani olanın sınırları dahilinde çözümler arıyor hem “scientist” hem artist olarak.
Cronenberg ölüm, hayatın manası, ayrıksılık, yaşlanma, entegrasyon sorunu gibi konuları neredeyse tüm filmlerinde bir şekilde işledi. Belli temalar üzerinden giden cronenberg imgeleme dayanan ve bireysel özelliği ön plana çıkan(videodrome sayma) filmler yaptı. Ona göre kaos gerekliydi, yaratıcılık için şarttı. Kaos bireysel olmalıydı, çünkü bütün parçalar ayrı hareket ederse organizma yok olur. Her şeyden önce düzenli bir düzensizlik yeni bir düzene kapı açar. Cronenberg bunu istemez, hiç istemez.
Şu noktada uşağım Alfred, süt banyosu vaktimin geldiğini işaret ediyor. Kusura bakmayın kapatmam lazım. Daha derli toplu, daha magazinsel, daha film bazlı, daha seksi bir yazıyla sizlerle beraber olmak isterim… Genel olarak “beraber olmak” istediğim bir şeydir zaten… Yönetmenin sinemasına bir mercek tutmak adına birkaç filmini analiz edip, daha sonra kendisinin son darbesine geçeceğiz… Beraber geçelim, together we stand divided we fall… Hem belki bir gün biz de bir Nuri Bilge Ceylan filmi oluruz, uzun uzadıya anlatılmaya gerek duyulmayacak berraklıkta bir hikayemiz olur. Ben de bu kadar çok konuşmak, yazmak zorunda kalmam böylece.
VIDEODROME
Cronenberg bu filmde teknolojik materyali insan organizmasına entegre eder, daha doğrusu bu ikisinin etkileşiminden çok ikisinin artık tek bir kavrama dönüştüğünün sinyalini bizlere verir.
Crash ve Existenz ile devam edecek yeni bir damar açar bu filmle Cronenberg. Hatta bu inorganik-organik füzyonunu The Fly'da da görmek mümkündür. İlk önce adamımız sinek ile organik bir füzyon yaşar, sonundaysa işleri düzeltmek isterken makine ile aynı şeyi yaşayacaktır.
Yönetmenin Reagan döneminin baskın değerlerinin eleştirisini yaptığını söyleyebiliriz bu filmiyle. Hipnotik etki yapan, manipüle eden bir alet olan televizyon devletin politikasının megafonuydu. Bir ülkede “Cosby ailesini izleyin” diyen belediye başkanları bile varken zaten bu da çok normaldi. Biz o sıralar Vermont’ta yeni dünya düzenine karar vermeye çalışıyor ama bir türlü bir mutabakata varamıyor, dünyayı bozup bozup yeniden yapıyorduk. Sonradan dünya düzeninin texas’tan çıkacağına ben ve renkli saçlı arkadaşlarım büyük bir kederle şahitlik edecektik…
Hatırlayanlar olacaktır, the Time Machine filminin başında masada dönen bir muhabbet vardı. Bilim adamımız George bir buluşun(zaman makinesi) insanlığa nasıl katkı yapacağını düşünürken, tüccar olan arkadaşı ise bundan ne kar elde edileceğini, nasıl kar edileceğini düşünüyordu. Burada da Doktor Oblivion videodrome'un bazı şeyleri değiştireceğine bir bilim adamı adanmışlığı ile bakıyordu ama kendi deneyinin içinde kaybolup gitmişti ve bu yüzden onu telef olmuş bir mağdur olarak görebiliyorduk. Oysa convex bunun nasıl ülkeyi daha güçlü yapacağını, bundan nasıl daha fazla para kazanılacağını düşünüyordu. Time Machine’deki dualite bir bilim adamı ve bir tüccar tarafından bu filmde de yaratılmıştı. Böyle pis, ikircikli bir durum vardı işte.
Cronenberg'in filmlerinde dünyayı bir laboratuvar olarak görme yaklaşımına rastlamak mümkündür. İdeolojik tarafı yadsınamaz olsa da Cronenberg filmlerindeki bilim adamlarının en büyük motivasyonu bilimsel meraklarıdır. Gerçi Cronenberg her daim politik bir amacı olmadığını, filmlerinin politik olmadığını söylemiştir ama biz bunu yine kendisinin Kanadalı olmasına bağlıyoruz. Herhalde her gün üç vakit atışan cumhuriyetçi adaylar gibi olmadığını söylemek istedi, bu politikse ben yokum dedi.
Videodrome yayınına maruz bırakmak sureti ile insanlarda yeni bir organ yaratan ve bununla beraber farklı bir bilinç seviyesine geçip televizyonun yaptığından başka türlü bir manipülasyona imza atan (mağdurun karnının yarılıp kasedi yutması suretiyle yeniden programlanması!?) bir organizasyon mevcut. Oblivion'un kızının organizasyonu ise yine Max Renn'i manipüle etmesi ile başka bir yönlendirici birimi temsil etmekte. Yani sende bel oldukça semer vuran çok olur. Yani insan manipüle edilmekten bir hal olur. Yani…işte önceki cümlelerden anladınız siz zaten.
New flesh ile filmde kastedilenin, sondaki mise en abyme'in, televizyon telkini ile intihar kısmının Cronenberg sinemasının en temel unsuru olduğunu söyleyebiliriz. Cronenberg yeni bir iletişimin onun da ötesinde yeni bir varoluşun deneyimlenme çabalarını yansıtan filmler yapar. Filmin sonunda Max Renn'in objesi Nicki'nin söyledikleri önemlidir. New flesh, "yeni beden" için mevcut bedeni yok etmekten başka çare yoktur. Filmde gördüğümüz üzere videodrome'a maruz kalanların yeniden programlanabilir şeylere dönüşmesi, yani bedenin sürekli olarak manipülasyona uğratılabilir bir şey olması problemi yeni bedenin yaratılmasını zaruri kılıyor gibi. Yeni beden terimi ile de belki de bedensizlik vurgulanmakta. Televizyonda, kasetlerde yaşayan Oblivion'un bulduğu gibi , belki de ondan daha başka, yeni bir varoluş biçimi bulma…Ghost in the Shell baby!
Cronenberg gibi bir hasta adamın kendi meselelerinden yola çıkarak, konusu gereği de toplumsal meselelere dokunarak seyirci ile paylaşıma açtığı zamanının en özel ve güzel filmlerinden biriydi videodrome. Cronenberg'in de en önemli işlerinden biri, belki de birincisiydi ve sevgili dostlarım o da geçmişte kalan tüm güzel şeyler gibi yalnız gecelerde özlenen… İyi filmdi, evet.
CRASH
Crash, Cronenberg'in 90'lı yıllar fantezileri dönemine denk düşen en kışkırtıcı, en ilginç filmiydi bana kalırsa.
Bir hocamın söylediğine göre bir ara Rüya Sineması’nda ikinci kez gösterime girmişti bu film. Yalnız burada eski Rüya Sineması’ndan bahsettiğimin altını çizer eskinin fantezi tayfasına kışkırtıcı pozlar veririm. Neyse ki eski çamlar bardak oldu da bunu gönül rahatlığıyla yapabiliyorum. Yalnız herkes bu kadar şanslı değildi, çoğu yerde fantezilere hükümet seti çekildi. Birçok ülkede filmin vizyona girmesi tartışma konusu oldu, belli kentlerde yasaklandı, hatta ingiltere'de epey muhabbet döndü. Alan Shearer'ın Euro 96 performansı bile İngilizleri sakinleştirememişti. Bense o yıllar parkta oynadığımız komşu kızını ağzından öpmenin müstehcenliğini sorguluyordum. Hasılı, dünya hep aynı dertlerle uğraşmaktaydı...
J. Ballard'ın kitabından uyarlanan film Cronenberg'in Videodrome-Crash-Existenz manyaklığının en çarpıcı ayaklarından biri. Esasında kitap sanki Cronenberg için özel olarak yazılmış, bu denli yönetmenin sinemasına hizmet eden hazır bir metin bulunması inanılır gibi değil, resmen ısmarlama usülü yazılmış gibi. Ayrıca Ballard filmin kitabının önüne geçtiğini dile getirerek filmi beğendiğini beyan etmiştir ki bu da Cronenberg'in iyi pası golle sonuçlandırdığının göstergesi.
İnsanların hazzı kaybettiği, cinsel arzu nesnesi üretiminin yeni bir şekil aldığı bir dünyada geçen fantastik bir film Crash. Bilim kurgu yönü diğer Cronenberg filmleri kadar ağır basmayan bu filmin yine de Cronenberg sinemasına hizmet ettiği hatta bir özetini geçtiği gerçeği de gün gibi ortada. "Benevolent psychopathology" olarak ifade edilen ve munis psikopatoloji diye çevrildiğine şahit olduğum bir şeyden bahsedilmekte. Bunun bir alt kategorisi de insan bedenini teknoloji destekli olarak yeniden inşaa etmek. Bu zaten önceki Cronenberg filmlerinde açıkça anlatılan bir mevzu. Burada onu da içine alan daha büyük bir şeyden söz edilmekte.
İnsanlar bedenleri ile yetinememektedirler. Mevcut beden hazzı kaybetmiştir, arzu nesnesi yoktur artık. Bu ortamda arzu nesnesi üretimi bambaşka bir yöne gitmiştir. Arabalar, metal akşamlarla donatılmış bedenler, modifiye olan insan yeni arzu nesnesini yaratmada kullanılmaktadır. Zaten sürekli bahsedilen trafik de seksüel enerjiyi sembolize etmektedir. Yoldan çıkış, yani kaza yapmak ise orgazmik bir andır.
Nasıl ki Tyler Durden, erkek olmamızı öğütleyen adam, bilerek kaza yapıp bundan haz alıyorsa Crash'in dünyasındaki insanlar da aynı şekilde kendilerini tatmin etmek için kaza yapmaktadırlar. İlk kazasını yapan Ballard'ın tekno-organik bir hazza özlem duymaya başladığını görürüz. Sağda solda başka partnerlerle sevişip bunu birbirlerine anlatan ve asla tatmin olamayan Ballard ve karısı da bu yeni haz üretimine ilgi duymaya başlamışlardır.
Vaughan bu projenin mimarıdır. Bu habis olmayan psikopatolojiye dikkat çekmek istemektedir. Bu amaçla sokaklarda kaza şovları yapmaktadır. Mesela yarış tutkunu James Dean'ın kazasını, Jayne Mansfield'in kazasını birebir canlandırıp insanları coşturmaktadır. Bu noktada araba ile bütünleşen insan konseptine dikkat çekmekte fayda var. Çünkü Marlon Brando maçoluğu takipçisi, asi genç James Dean de zamanında bir arzu nesnesi olarak sunulmuştur, arabanın hakkını vermiş tıpkı 50'li yıllar Amerikan arabaları arka koltuk fantezileri adamlarının imajını çizmiştir. Mansfield ise kötü bir Marilyn Monroe PR'ı olmasına rağmen yine de dönemi için önemli bir obje olarak inşa edilmişti. Bu iki insanın arabaları da onlardan izler taşımaktaydı. Bu açıdan bu kazalar da arzunun arayışında olan insanlar için bir ayin niteliğindeydi. Eski cinsel arzu nesnelerinin diriltilme ayiniydi bu, onların ölümsüzlüğünü- esasında gerçek hazza ulaşmış bedenin ölümsüzlüğünü vurgulamaktaydı.
Araba önemli bir semboldü Vaughan'ın devrimi için. Çünkü arabalar mobilize mahremiyet alanlarıdır. Ev gibi ama sabit olmayan mekanlardır. Buralarda diğerlerinin görmek istemediği şeyleri yapma hakkınız vardır. Bunu da size ben öğretmeyeyim şimdi!
Haz arayışının sonuçsuzluğunu ve yeni bedenin gerekliliğini savunduğu için bolca sevişme sahnesi kullanması makul karşılanabilir yalnız bu haz odaklı görsel bombardıman seyirciyi de yormakta, konsantrasyon bozucu bir duruma yol açabilmekte. Yine de filmi ve kurcaladığı şeyleri değerli bulduğumu, seyirciyi düşünmeye sevk etme çabasını takdir ettiğimi söyleyebilirim. Her şeye rağmen bir videodrome değil!
A HISTORY OF VIOLENCE
Cronenberg bu filmden önceki filmlerinde insan bedeni ve zihni arasındaki bağlantıyı çözmenin, vücudu deforme -reforme edip yeni tekno organik bileşenlere dönüşmenin var oluş durumumuz üzerindeki etkisini incelemişti. İktidarın ve onun çizdiği sınırların yok olmasının verimliliği de olan bir şey olduğunu, bu sınırların hükmünü yitirdiği kaos durumlarının yaratıcılığının önemli olduğunu ve bu durumların avantaja dönüştürülebilirliğinin bulunduğunu filmlerinde ele almıştı.
Cronenberg bilim kurgu öğeleri olmayan, deformasyon korkusu sayılamayacak ilk filmi “A History of Violence”ta da tıpkı eski filmlerinde olduğu gibi seyirciye içe dönük bir bakış, bir sorgulama imkanı veriyor. Filmlerinde seksüel enerjinin ve agresyonun birtakım tıbbi, bilimsel müdahalelerle ortaya çıkarılması bilincin dışında bir başka biz olduğunun, bize dair bir şeyler olduğunun göstergesi ve bu sorgulamanın ne denli önemli olduğunu da ortaya koyan bir gösterge.
A History of Violence'ta Tom'un, karısının ve oğlunun aniden değişmesi bu bilinçdışı unsurla yüzleşmesi sonrasında gerçekleşiyor. Burada var oluşunu, fiziksel varlığını deforme etmeden değiştirmeye çalışan Tom'un (joey) gerçek yüzünün ortaya çıkmasına engel olamadığı görünmekte. Diğer filmlerindeki gibi bedeni deforme ederek yeni bir var oluş durumuna insanları sürükleyen bir laboratuvar çalışması yok ortada. Yine de psiko cinsel unsurlar, kimlik tartışmaları gibi bilindik Cronenberg filmleri unsurlarını gözlemleyebiliyoruz. Yönetmenin eski filmlerinden biri olan The Brood'daki psikoplazmik tedavi uygulayan psikiyatri merkezinin yerini neredeyse aynı konservatif ve otonom yapıdaki bir kasaba almış. Özellikle 2000'lerin başında yaşanan 11 Eylül olayları ile alevlenen kimlik tartışmaları ekseninde okunabilecek bu tercih Cronenberg'in eski filmleri ile benzerlik gösterecek unsurların da filmde gözlemlenebilme olasılığını doğurmakta. Çünkü cronenberg daha önceki filmlerinde kişinin var oluş durumunun değişimine, başkalarının gözünden nasıl göründüğüne, dolayısıyla kimlik kavramına ve onun manipüle edildiğinde ortaya çıkan durumlara deneysel bir bakış atmıştı. 2000'lerin başının paranoya ve güvensizliğin hakim olduğu Amerikan toplumunda kimliklerin sorgulandığı ve muğlaklaştığı bir dönemde böyle bir konunun işlenmesi de zamanın ruhuna uygun bir seçim.
Bu muğlak dünyaya ait filmin karakterlerine bakacak olursak her karakterin aslında sakladığı bir şey olduğunu göreceğiz. Filmin odağında Joey olmasına rağmen esasında karısı ile “high school sex” fantezisi kurmaları ve bir kavga anında sevişmeye başlamaları saklı olanın açığa vurulduğu anlar. Karısının kocasının bu olağanüstü durumunu görece sakin karşılaması ve şiddet ile tetiklenen cinsel arzusu buna bir örnek. Buna bütün kavgalarda pasifize olmayı dert etmeyen evin oğlunun babasının yeni kimliğini-kahramanlık olarak görülmesine sebep olan şiddet eğilimini- öğrenmesinin ardından şiddet uygulamaya başlaması da eklenebilir. Evin reisinin yeni kimliğinin tetiklediği bu saklı şeyler esasında sadece geçmişinden kaçan bir adamın değil herkesin bilerek ya da bilmeyerek sakladığı bir şey olduğunu bizlere göstermekte.
Bastırılmış olanın er ya da geç ortaya çıktığı ve gerçekliğin kırılgan olduğu banliyölerde, küçük kasabalarda yaşanacak bir hikaye bu izlediğimiz. Karakterimiz tom sonunda geçmişin gölgesinin gün yüzüne çıkmasına engel olamıyor. Ortada saklanması mümkün olmayan bir öfke var. Tom, yani Joey geçmişine dair bir şeyle yüzleştiğinde, şiddetin ona eski kimliğini hatırlattığı anda, işlettiği yere gelen kötü adamlara karşı koyduğunda bu öfkeyi serbest bırakmış oldu. O anda banliyöde yarattığı yeni kimliği parçalandı ve bilinç dışında yuvalanan eski kimliği gün yüzüne çıkmış oldu. Geçmiş ve geçmişten miras aldığı öfke Joey'in eskisinden bağımsız yeni bir hayat kurmasına izin vermemişti. Aynı zamanda bu öfke ortaya çıktığı anda çocuklarının da hayatlarını değiştirdi.
A History of Violence bir küçük bir kasabada geçiyor ve böyle kasabaların en temel özelliği rutinidir. Kasabada sıkışıp kalmışlık miras bırakılan bir şeydir. Tom'un oğlu Jack'in kız arkadaşı ile yaptığı sohbette açıkladığı gibi "büyüyecekler, birer işleri, birer ilişkileri olacak ve sonunda alkolik olacaklar". Bu döngü, kırılamayan bir döngü. "Biz bu anne babaların çocuklarıyız", "Biz öfkenin çocuklarıyız". Her ne kadar hayatımız boyunca bunun önüne geçmek için çabalıyor olsak da bir türlü başaramıyoruz. Bu kapana kısılmışlık, çıkışın mümkün olmadığı düşüncesi kasabaların kaderi haline geliyor. İşte Jack'in başına gelen, kendisinin daha önceden tahmin ettiği üzere ebeveynleri gibi insanlar olmak.
Tom'un öfkesi ortaya çıktığında daha önceden okulun kabadayılarının sataşmalarına kayıtsız kalan, dalga konusu olan oğlu Jack bir anda kendisiyle dalga geçen sert çocukların bile karşısında dehşete düşeceği bir şiddet uygulamaya başlıyor. O da babasının yolunda yürümekten başka çaresi yokmuş gibi hissetmeye başlıyor. O kasabada yaşayan herkesin ebeveyninin mirasını sürdürdüğü o çıkmaza girmiş gibi hissediyor Jack. Film boyunca Tom'un değişimi ön planda olsa da esas olan oğlu Jack'in geçirdiği değişim. Bunu filmin son sahnesinde babasını kurtarmak için tüfeği eline alıp birini öldürmesi ile tescilliyor Jack. Bir kavgaya bile giremeyen Jack artık hayatta kalmak adına insan öldürebilecek birine dönüşüyor. İlkel dürtülerin domine ettiği bir kişiye dönüşüyor, ego eksikliğini babasının yeni karakteri sayesinde tamamlıyor.
Film, anne ve babalarının hayatlarını şekillendirdiği çocuklardan bahsediyor ve bu öfkenin nesilden nesile nasıl aktarıldığını, bunu tetikleyici unsurun ortaya çıkışına kadar saklanabilen öfkenin er ya da geç ortaya çıkacağını bizlere gösteriyor. Burada dikkat çekici olan ise bu öfkenin yarattıklarının marjinallikten çıkıp normalize edilebilme ihtimalinin varlığı. Bu bir açıdan da bu çıkmazın, bu kısır döngünün sonucu olarak görülebilir. A History of Violence'ın aile bireylerinin yeni kimliklerini kucakladığı akşam yemeği sahnesi bunu doğrular nitelikte. Eğer böyleyse bu şiddetin tanıkları kaçınılmaz olarak şiddetin çocukları olacaklar ve eğer bir aile olmak istiyorlarsa yeni hallerini selamlamaları gerekmekte, tıpkı A History of Violence'daki gibi
A DANGEROUS METHOD
Cronenberg filmlerinin özünü oluşturan psikanaliz bu filmin konusunu da oluşturduğu için herkes filmi Cronenberg manyağının ustalık işi, bitirme tezi olarak görüyordu. oysaki ustanın daha pili bitmedi, Eastwood ve Allen gibi iki aşmış insan varken neden Cronenberg de Como gölüne bakan bir villada torun sevmek yerine film yapmaya devam etmeyi tercih etmesin ki? ediyor da zaten, bir sonraki filminin eli kulağında... Yine de A Dangerous Method'un tadını çıkarmaya bakalım biz... Önce konuya dalalım, bir Jung diyelim bir Freud diyelim azıcık...
Freud’un öğrencilerinden biri ya da bir Freud fanatiği değildi Jung. Sadece onu önemli, ilham verici bir figür -adeta bir baba- olarak görüyordu. Kendisi ile libido ile ilgili, daha genel anlamda ifade etmek gerekirse her şeyin cinsellik ile ilintilendirilmesi hususunda büyük görüş ayrılıkları yaşıyor ve araları açılıyordu. Jung’un bilim dışı şeylerden bahsettiğini söyleyen Freud da onu kendi çalışmalarının mirasçısı yapma konusunda sükutu hayale uğradığını belirtiyordu. Jung doğuştan gelen şeylerin belirleyici olmasına inanmıyor, her şeyin değişip geliştiğine inanıyordu. Her ne kadar Freud indirgemeci bir sapık olarak görülüyorsa da bence bütün insanlığın metafizik düzeyde bağlantılı olduğunu söyleyerek kadim hakikatlere tutunma çabasıyla Jung da bilimsel perspektifte hunharca eleştirilebilecek bir insan. Gerçi ben kendisinin arketiplerine ve kollektif bilinçaltı modeline acınası bir sempati ile yaklaşıyorum. Bazı bazı, evde oturup cips yiyip şampiyonlar ligi maçı izlediğimde mesela, aklıma yatıyor söyledikleri. Yine buradan hareketle benim zavallılığım ve şabalaklığım ile ilgili bir durum olabileceğini de düşünmüyor değilim, muhtemelen öyledir. Bilmiyorum belki de Jung’un içedönük dediği tiplerden biriyimdir… Allah’ım komşularımı katledip arka bahçeye mi gömeceğim yoksa!? Oysa İndiana Lisesi 98 yıllığında en iyi quarterback olarak nice gönüle girmiştim! Benim yolculuğum böyle mi olacaktı Benjamin? Sanırım küçük bir hesaplama hatası yapmışlar, güzel bir geleceği kıl payıyla mı kaçırıyorum acaba ben? wtf!
İşte Jung güzel bir geleceği Cronenberg’in kıyısından köşesinden değindiğim diğer filmlerinde olduğu gibi yine faydalı psikopatolojide bulması rastlantı değil. Zaten bu film Cronenberg’in ana temasını, bu temayı oluşturan motifleri barındırması beklenen bir filmdi. Adeta Freud açılışlı The Brood gibi bir film yapmış bir adamdan bahsediyoruz burada!
Biraz çılgınlığın, hastalıklı davranışın, kaosun bizim için konulmuş ve yaratıcılığımıza zarar veren sınırları ihlal etmenin faydalı olabileceğini bütün filmlerinde işlemişti Cronenberg. Yalnız burada altını çizdiği nokta bunun toplu bir kaosa sebep olmaması, tadında bırakılması idi. İşte Jung’un yükselişi de bu formülizasyona uymaktadır. Hastası Spielrein ile ilişkisi, Otto Gross’u danışanı olarak kabul etmesi bu değişimi tetiklemiştir. Spielrein ile olan sado-mazo ilişkisi hem karısını aldatması yüzünden toplumun çekirdeği olan aile kurumuna hem de toplumun normalite algısına ters düşecek davranışlar içerisinde bulunmasıyla toplumun kendisine bir başkaldırıdır. Bunun yanı sıra hastası ile ilişkiye girmesi de mesleki etiği zedeleyen bir davranış olarak aynı kural dışılığa hizmet etmektedir. Hastası Otto Gross’un insanların bu kurallar yüzünden özgürlüklerinin ve mutluluklarının ellerinden alındığı düşüncesi de onu etkilemiştir. Tüm bu olanlar onu iyi yönde etkileyecektir. Filmin son bölümünde göreceğiniz üzere hem Spielrein, hem Freud hem de kendi karısından daha uzun yaşayıp(paralı şekilde) kendisini ünlü yapacak o teorilerini geliştirmiştir. Belki de tereciye tere satmak gibi olacak ama kendisinin bu çalkantılı hayatı, bir türlü konuşma terapileri vs ile üstesinden gelemediği(tam olarak) sorunlar onu bu kapsayıcı, ömürlük “arketipler” ve “kolektif bilinçdışı” konseptine sürüklemiş olabilir. Bazen bana da oluyor, ulan muhteşem bir yetenek olmama rağmen yaptığım işler tutmazsa, ya olduramazsam? Yok lan, bunu bir ilgisi yok mevzu ile; ilgisi olan kısmı benim bu temellendiremediğim özgüvenim. Bunun sağlam bir çözümünü bulsaydık çok iyi olacağdı; ama böyle kökten bir çözümünü.
O dönemin insanının psikolojisine de bir bakış atıyor film. Freud’a nazaran sezgilerine daha çok güvenen Jung deniz kenarında oturup karşıdan gelecek dev dalganın dünyanın diğer sahillerine olduğu gibi oraya da cesetler sürükleyeceğini gördüğünü söylüyor ki bu zaten o dönemin insanının psikolojisine uyan bir şey, insanlar bir şeyler olacağını hissediyorlar. Zaten dünyanın birçok yerinde savaş var ve zaten karamsar bir hava tüm dünyaya hakim oluvermiş.
Tam da bu karamsar havanın insanıdır işte Freud. Freud’un söyledikleri gerçekten de epistomolojik bir kırılmaya sebep olmuştur, her şeyi değiştirmiştir Freud. İnsanın nasıl şahane bir yaratık olduğuna, aydınlanma kafasının her zaman daha iyiye giden dünya diyalektiği düşüncesine atılan sert bir tokattır Freud.
Bizim de korkunç taraflarımız olduğunu, yalınkat kişiler ve tiplemeler ile temsil edilmekten ziyade daha kompleks, daha muğlak karakterlerle izah edilebileceğimiz düşüncesini de kuvvetlendirmiştir onun çalışmaları. Zaten sinema toplumsal algıyı şekillendirebilecek bir buluş olarak görülmeye çok erken bir zamanda başlanmış, ilk film teorisyenleri ekseriyetle psikoloji ile ilgilenenler arasından çıkmıştır. Sinemanın ilk derli toplu işlerinde de belirgin bir şekilde psikolojinin etkisi görülmektedir.
Sonuç olarak film çok fazla konudan bahsediyor ve bunları çok üstünkörü bir şekilde ele alıyor. bazı yerlerde Jung'un zekasını küçümsememize sebep olabilecek denli basit bir senaryo akışı, daha doğrusu karakter gelişimi örnekleri var. Ben açıkçası daha sert, daha marjinal ve daha zorlayıcı bir senaryoya sahip olan bir film bekliyordum ve bu yüzden de tatmin olmadım. Diğer filmlerinin yanında-hele bir de elde Jung'un marjinal ilişkisi olmasına rağmen- fazla light kalmış film. zaten Freud'un kendisi filmi görse o da eminim aynı şeyi düşünürdu; ama kendini beğenirdi bak, en nihayetinde kendisi bir viggo mortensen değildi. aynı şeyi Jung için de söylemek mümkün.
Kaynakça(Profesyonel yardım):
Asst.Prof.Dr. Kaya Özkaracalar ve David Cronenberg'in "Cronenberg on Cronenberg" kitabı (editör:Chris Rodley)