RSS
merhaba ve olur ya sizi göremem, şimdiden: iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler... Umarım güzel bir hayat yaşarsınız.
-SETHELEH-

Korkunç Gecelerin Hikayesi: HORROR




Ülke olarak gerçekten zor zamanlar geçiriyoruz... Görüyorum ki göçebelik geçmişimizin hakkını veremiyoruz, sürekli evde oturuyoruz… bugün perşembe...bugünü tolere edebilirim ama cuma günü de aynı şeyler yaşanırsa galaksiyi yok etmeyi gözden geçirebilirim...hadi perşembeleri neyse de... Günümüzde gençlerin cuma geceleri evde oturmaları olağan bir şey haline gelmiş ya işte bu beni gerçekten çok hüzünlendiriyor… Eskiden Texas civarlarında, cuma akşamlarını sadece x-files izleyenler, futbol takımı seçmelerinde çuvallayanlarlar evde geçirirlerdi. Bir Texas gerçeğiydi bu, bir gençlik ağıdıydı...

Şu an o günleri hatırladıkça efkarlanıyorum, o günlerin hatrına salonda bir oyun çizip touchdown peşinde koşuyorum. İnanır mısınız, bu uğurda salondaki koltuklara çarpa çarpa kısmen gerizekalı oldum ben. Bu yazıyı da kısıtlı imkanlarla yazıyorum, elimdeki beyin hücrelerinden maksimum verim alıyorum da ancak bu yazıyı yazabiliyorum, o derece. Yine de buna değer, her şey o güzelim günlerin anısını yeşertebilmek için... Eşsiz zamanlardı, Dallas Lisesi 98 mezunları ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır...

Bu yazıyı olur da cuma akşamı dışarı çıkamayanlar olur aramızda, işte onlar için yazıyorum...ah bu gerçekten de kanayan bir yaramız, pain in the ass adeta.

Korku filmi Elementleri

Evet sevgili cani ruhlar, iflah olmaz ruh hastaları, incir reçeli tadında bir paylaşım ile tekrar karşınızdayız. Ya işte ben de incir reçelini değil, oluk oluk akan kanı sevdim! Bu bölümde Serengeti'de cinsel yaşamı işlemeyi düşünürken son anda karar değiştirip korku filmlerinin bileşenleri dosyasını ele almaya karar verdik. Çoğul konuşup işe profesyonellik katmaya çalışıyorum ama aslında hepsini ben yaptım, buna rağmen birinci tekil kişiyim, ne yazık. Yazılanlar “ipimle kuşağım” editör grubunun keyif katsayısı ile doğrudan bağlantılı olup en nihayetinde evde paçanga böreği yapan, eski surf tahtası üstünde gömlek ütüleyen bir kitleden de daha fazlasını beklememek gerektiğine de dikkat çekmekte fayda var. Ayrıca, only the god can judge me.

Bu bileşenleri literatürde, kuzu derisi parşömenlerden öğrenildiği kadarıyla, birkaç başlık altında toplayabiliriz. Sakın ha şu an literatür taraması yapıp da bizim yalanımızı ortaya çıkarmaya uğraşmayın. Çünkü emin olun ki bunu öğrenirsek gece uykunuzda geliriz, sizi öldürürüz, sonra cenazenize gideriz, cenazenize gelen herkesi de öldürüz. Aman ağzımızın tadı kaçmasın…

İlk bileşenimiz katil. Katillerin bu cinayetleri işlemeleri için elbette ki bazı sebepleri var. Mesela Norman Bates bir "cinsiyet stresi" yaşamaktadır. Annesinin kollarından çıkamayan, psikoseksüel açıdan yıpranmış bir katildir. Leatherface ise bir ailenin yoksunluğunu çekmektedir. Evdeki hilkat garibeleri adeta bir şehir ailesi pastişidir. Buradaki en büyük etken izolasyondur. Teknolojiye yenilen kasaba terk edilmiştir ve kalanlar yeni bir kült yaratmıştır Teksas’ta. Bates Motel de yeni otoyolun dışında kalmış, pek de uğranılmayan bir yerdir ve zaten annesinin aşırı korumacı tavrı yüzünden sosyal hayattan izole olan Norman bu sayede iyiden iyiye yalnızlığa itilmiştir.

Bazense katil olma motivasyonu Halloween'deki gibi çocuksu bir öfkedir. Michael Myers'ın ablasını sevişirken görüp öldürmesi böyle bir öfkenin ve de elbette ki muhafazakar cezalandırıcılığın tezahürüdür. Kimi durumlarda cinselliği tecrübe edememe durumu Krueger gibi sapkın eğilimlere sürükler insanları. Bazı katillerde seksüel arzu yerini sadistik arzuya bırakmıştır, tıpkı sevişmekten ziyade testeresini savurmayı tercih eden Leatherface gibi. Kadın katillerin motivasyonları çoğunlukla erkeklerin aksine çocuklukla değil de yetişkinlikle ilişkilidir. Mesela tecavüze uğrayan kadının intikam aldığı filmler gibi. Bazı katiller Norman Bates gibi belli oranda sosyalize olmuştur ama bazıları -Jason Voorhees ormandaki bir kulübede yaşar. Myers bir akıl hastanesinde büyür- yani toplumdan izoledirler.

İkinci konumuz Rus kızları…Yok, burada sizleri "uyarmak" istedim ki libidonuz yükselsin, yazının sonuna kadar onunla idare edersiniz…İkinci bileşen ise "korkunç mekan"dır. Freud'un ev gibilik diye tanımladığı tekinsizlik burada devreye girer. Eve benzeyen ama ev gibi olmayan mekanlar korkunun kaynağıdırlar. Mesela The Texas Chainsaw'daki ev(gidip o evi görme imkanınız da var, gören dostlarım var, kendinden korku atmosferli bir yer). Kim oraya, ya da jason'un annesinin kesik başını sakladığı kulübeye ev diyebilir ki a dostlar!?!


Bir diğer bileşenimiz ise "silah". Korku filmleri genellikle pre-technological bir yerde geçer ve bu yüzden silah herkesin ulaşabileceği nitelikte aletlerdir çoğu zaman. Ayrıca bir fallik simge olan bıçak korku filmlerinin favori silahıdır. Norman Bates'in Marion Crane'i katlettiği duş sahnesine(kare kare planlamıştır Hitchcock), Halloween'e, The friday the 13th'e baktığımızda bunu görürüz. Ayrıca bıçak bedene penetre etmeye yarayan fallik bir obje olduğu için istismar filmlerinde(vampir, tecavüz vs kategorileri) sıklıkla kullanılır.


"Kurban"ı unutmamak lazım. "Gayrimeşru" seks, seksüel öfke ve ödipal psikoz en temel telef olma sebepleridir. Ayrıca erkek pek süslü olmayan sahnelerle sadece hatasından dolayı cezalandırılırak öldürülür, kadın ise...işte sadece kadın olduğu için dahi öldürülebilir! Çünkü kadının öldürülmesinin estetik bir değeri vardır. Ayrıca kadın Succubus dediğimiz erkekleri ayartan varlık gibi görülür ve seksin kefareti onun üzerine kalır. bir erkek tarafından korunulan, sadakate dayalı ciddi bir ilişki yaşayan bir kız iseniz erkeğinizin sizi kurtarma şansı vardır ama her daim.

Final girl konsepti... Arkadaşlarının ölümüne şahit olan, başlarda zayıf biri iken sonradan erkeksileşerek katil ile yüzleşen ve onu haklayan esas kızlar korku filmlerinin vazgeçilmezlerindendir ki slasher tamamen bunun üzerine kurulmuştur. Bu karakterler erkek olabildikleri ölçüde yenilmezdirler. Zaten kendi animuslarını/animelerini da bir erkek karakterde bulacaklardır, böylece tamamlanacaklardır.


Şok...Birden oradan buradan bir şeyler çıkması yolu ile korkutmadan bahsetmiyoruz elbette. Şok ediciliğin etkisi çok şey vaat edip az şey göstermekten geçer ki referans film olarak Psycho'ya bakılabilir. büyü'ye, dabbe'ye falan bakmayın kazara, her şeyi unutup içinde bin bir gizem barındıran pasifik yakınlarındaki bir adaya taşınmak zorunda kalırsınız.

Ayrıca korku literatürüne giren bir film ve iki terimden bahsetmekte fayda var: “Lewton bus” ve “cat scare” ile Cat People.


Robin Wood'un da dile getirdiği üzere korku sineması kodlarının aslında 60'lardan yıllar yıllar önce Val Lewton filmlerinde kendini gösterdiğini bu film vasıtasıyla görebiliriz. Korkuya psiko-cinsel bir boyut sokan ve korkuyu evimize(film için New York) kadar getiren bu film Lewton'un atmosferi iyi, ucuz horror filmi yapma metodolojisinin ürünüdür. Ayrıca bastırılmış duyguların ortaya çıkması konseptiyle de korku filmleri metin okumalarının favori konusu olan "return of the repressed"in bir örneğini ortaya koymaktadır. Sonraki yıllarda kötüyü bize yaklaştıran Peeping Tom(ilk) ve Psycho gibi ilk slasher örneklerine de gereken uygun zemini hazırlamıştır.

Hatta cat people kurgu olarak da etkileyecektir diğerlerini. Korku filmlerinde bir şey olacakmış gibi olur da bir şey olmaz bazı durumlarda. Yani katilin ortaya çıkacağını vaat eden bir gerilim müziğinden sonra bir anda bir fare peydah oluverir ya da tanıdık bir arkadaştır aslında kapıdaki. Bu bizi önce geren sonra da içimize su serpen bir harekettir. Bu feyk atma durumuna Lewton bus (bus effect) adı verilir. Cat People'daki bu formdaki bir sahneden ötürü bu ismi alır. Yine beklenen korku figürünün ortaya çıktığı ve beklentileri karşıladığı sahneler vardır. Hakikaten de dolaptan ghostface'in çıkması buna örnektir. Buna da cat scare denilir. Hasılı cat people hem işleyişi hem de subtext'i ile modern korkunun müjdeleyicilerindendir.

Korku Sineması Özet

Biliyorum artık her şeye daha az vakit ayırmamız lazım, daha hızlı yaşamamız ve daha çok şey yapmamız gerekiyor. Bu yüzden özet geçeceğim bazı şeyleri…ayrıca bu teknoloji sayesinde zamandan kazanıyoruz ama diğer taraftan da esas önemli olan bu kazandığımız zamanda ne yaptığımız. Bir halt yapmıyoruz, yemişim teknolojiyi sevgili dostlar. Neyse çok cümle kurdum, vaktinizden çaldım, sadede geliyorum…

Her şey biraz da Melies'in Lumierre kardeşlerden etkilenip sinemayı gerçek bir sanata dönüştürmenin ilk adımını atması ve bugünkü anlamıyla özel efektleri kullanmayı akıl etmesi ile alakalı. Her ne kadar Griffith gerçek anlamda sinemayı şekillendiren adam olarak sinemanın babası kabul edilse de melies "yorum farkı" ile Lumierre'in bilimsel icadının sanatla arabuluculuğunu yapmıştır.

İlk çekilen korku filmi olarak Murnau'nun nosferatu'sunu sayabiliriz sanırım. Dracula'yı İngiliz etkisinden uzaklaştırmak, telif ödememek için karaktere Orloc adı verilmiş ve hikayedeki İngiliz etkisi mümkün olduğunca azaltılmıştır. Gerçi Stoker'ın hanımı vesayet sahibi olarak Almanlara dava açmış ve kazanmıştır da. Sonra Almanlar filmi yakmıştır ve film benim bildiğim kadarıyla Paris'teki depolarda bulunan kopyalar sayesinde tekrar (60'larda) izlenebilir kılınmıştır.


Korku sinemasının altın dönemi 1931'deki Dracula ile başlar. Bu filmi yapan Universal arsızca yardırıp mumya, Frankenstein, kurt adam filmleri yapar. Bu furya on yıl kadar devam eder ve bu süre boyunca devam filmleri yapılır. Bu da yetmez karma filmler yapılır. kurt adam ile frankenstein karşılaştırılır, mumyaya beş çayına , Dracula'ya altın gününe gidilir.

Yine de dalga geçmeyelim, biz nasıl ki testere'ye bakıp "vay babam vay" diyoruz, o zamanın insanları da bu filmlere aynı tepkiyi veriyorlardı.

Şimdi bıyık altından güldüğümğüz filmler o zaman sansüre takılıyordu. Hatta stüdyolar gelen yoğun baskıya karşı koyabilmek için otosansüre gittiler. Zaten 40'larda da sektör zayıfladı, her güzel şeyin bir sonu elbet olacaktı. Bu dönem bu oto sansür yüzünden "göstermeden korkutan" filmler yapılacaktı, misal Cat People.

1950'lerde atom dönemi geldi. Ed wood da bu aralar epey yardırıyordu. Bu dönem filmleri savaş sonrası dönem olarak anılır ve çok da parlak işlerin olmadığı bir döneme denk düşer.

50'lerin sonunda korku sineması güneş batmayan krallıkta tekrardan doğdu. Britanya'da efsane Hammer yapım şirketi ortaya çıktı ve "curse of frankenstein" ile paranın dibine vurdu(Mark Gatiss’in korku filmleri belgeseline bir bakın-BBC). Bu rüzgarla sayısız korku filmi çekti. Sektör patladı, italya ve meksika sineması korku açısından kendini aştı. abd ise korku filmi yaratımında o derece bolluk çekmiyordu, aynı otosansür yüzünden işler iyi gitmiyordu. 68 sonrası işler değişecekti ve özellikle 70'ler yeni bir patlamaya sahne olacaktı.

73 yapımı the Exorcist ortalığı duman etti ve uzun zamandır bu tarz filmlere burun kıvıran büyük yapım şirketlerini tekrar korku türünde filmler yapmaya teşvik etti. Yalnız bu büyük şirketlerin dönüşü idi yoksa her dönem küçük ölçekli yapım şirketleri bu tarz filmler deniyorlardı.

70'lerde Hollywood dışından şahane filmler çıktı. Tobe Hooper'in Teksas testere katliamı, Romero'nun zombi filmleri ve sonlara doğru Carpenter'in Halloween'i sektörü şaha kaldırdı. Bu başarılı işler yönetmenlerin hollywood bileti olacaktı. Sonraki dönemlerde Sam Raimi de Evil Dead ile aynı yoldan yürüyecekti.




90'larda işler değişti ve Scream ile self refleksif filmler furyası başladı. Filmin içerisinde korku filmi konvansiyonlarını bilen kurgu karakterler vardı ve oyunu açık etmekteydiler. Zaten bu filmler günümüzde bazı insanlar tarafından fan movie olarak görülürler.

2000'lerde uzak ülkelerin filmlerine yöneldi insanlar. Uzak doğu filmlerinin remake'leri yapıldı.

Çok fazla uzak doğu, hindistan , italya gibi ülkelerin filmlerine girmeden; psikanaliz -marksist okumalara bulaşmadan, ötekileştirme ve bastırılma kavramlarının derinine inmeden ve zaman-mekan dahilinde filmleri değerlendirmeden "fan" seviyesinde hızlıca aktarsaydık sanırım böyle bir şey olurdu. Belki de olmazdı, ben böyle yazdım, beğenmeyen en güzel kızına almaz.

Evet çocukları yatırdığımız için bu yazının kimseye zararı dokunmamıştır zaten. hepimiz olgun insanlarız, bugün evlensek çocuğumuz olur, azmetsek seri katil olacak seviyedeyiz... Bu sempatik, canısı paylaşıma ortak olanlara teşekkür edip, okuyucularımızın akıl hastanesi sponsorumuzun indiriminden faydalanabileceklerini hatırlatmak isterim. Ayrıca güzelim bir de şunu hatırlatmak isterim:

"şu dünyada en şiirsel an güzel bir kadının ölümüdür"

-Edgar Allan Poe-

Kıyamam…Cuma akşamı görüşmek üzere.

www.tips-fb.com

Kim Kimin Köpeği?: WILFRED




Aramızda maziyi anan, Müzeyyen Senar plakları arasında minik sempatik zaman yolculukları yapan birçok gönül dostu bulunmakta. Oz, Twin Peaks, Friends izledikten sonra hayko cepkin gibi “ne kaldı ellerimde..” diyen bu çilekeş güruh dönem dönem öpüp koklayıp bağrına basmak istediği diziler arıyor. İşte o dönemler hepimiz test edileceğiz dostlarım… Size incil satmak istiyorum gibi girdim lafa biliyorum ama gerçekten de o anlarda gustomuz sınanacak. İşte tam da o vakitlerde gönül rahatlığı ile Wilfred’a sarılabilirsiniz. Çünkü emin olun, Wilfred özleminizi biraz olsun dindirecektir. İşbu yazı da Wilfred’ın ne olduğunu, neyi anlattığını tatlı sempatik bir şekilde, adeta karıncanın belini incitmeden, anlatmak için yazılmıştır

Mark Twain “sanity and happiness are an impossible combination” der birinci bölüm açılışında ve bilmem kaçıncı kez intihar notunda düzeltmelere giden Ryan ölmeden evvel bu dünyadan güzel bir kare çalmak için güzel komşusuna el sallar , yatağa uzanır ve son uykusuna yatar. Bu “Veronika Ölmek İstiyor”un intihar bölümü kadar güzel, hüzünlü ve naif bir andır. Ryan ölmek ister istemesine ama işler planladığı gibi gitmez ve bu onun son uykusu olmaz. Bir türlü ilaçlar etkisini göstermez ve Ryan en nihayetinde ölmeyi beceremediğini idrak eder. O sırada kapıyı yan komşu Jenna çalar ve köpeği Wilfred’i Ryan’a emanet eder. Yalnız çok acayiptir ki Ryan Wilfred’i köpek kostümü giyen bir insan olarak görmektedir!

Wilfred Ryan’a arkadaşlık eder ve adeta Ryan’ı yeni bir insana çevirir. Başkalarının istediklerini yapan biri olmaktan vazgeçer Ryan. Kız kardeşinin bulduğu işi kabul etmez, gerçek bir adam olur, kabadayı komşuya iyi bir ders verir.

İlerleyen bölümlerde de gördüğümüz üzere Wilfred son derece bulanık bir karakter olarak tasarlanmıştır. Çoğu sahnede Ryan’a toplumdan çekindiği için yapamadığı şeyleri yaptırdığı için bir bilinçdışı metaforu olarak yorumlanabilir. Bunu destekleyen bir çok şey bulunmakta. Zaten Wilfred da bazen buna inanmamızı istiyor ve “ben senim” gibi şeyler söylüyor. Bazen sadece Ryan’ın bilebileceği şeyleri bildiğini ona gösteriyor. Bütün işaretler Wilfred’in bir bilinçdışı temsili olduğunu gösteriyor. Her şeyden önce Wilfred ile en çok bodrumda takılıyorlar. Bodrum bilindiği üzere psikoloji-mimari çerçevesinde bilincin dışına ötelenen, bastırılmış şeyleri simgelemekte. Bunun için Romero’nun ilk zombi filmine bakılabilir, kötülük bodrumda peydah oluverir. Evil dead’de kötü ruhların mahzene kapatılması buna örnektir. Psycho’da Norman’ın bodrumu da bir başka örnektir. Yalnız Wilfred seyirciyi manipüle ettiği için bu konuda net bir fikir sahibi olmamız mümkün değil. Sürekli gerçek olmayan hikayeler anlatıyor, Ryan’ın ve seyircinin aklını bulandırıyor. Ot içildiği için görülen bir karakter olduğuna kanaat getirildiği anda bu sefer temiz olan Ryan hala Wilfred’i görmeye devam edince yine şüpheye düşülüyor. Zaten Wilfred bazı sırları açıklarken filmlerden alıntı yapıp bir beklenti içerisinde olan seyirci ile dalgasını da geçiyor.


İkinci bölümde “her şey birbiri ile ilgilidir” diyor ya işte o biraz da Lostie kafası. Hatırlarsak adaya düşenlerin başına gelenler de hep geçmiş ile ilgiliydi, onları daha iyi bir karaktere sürükleyecek olan adaydı. Orada eksikliklerini tamamlama şansları oluyordu; tıpkı uçak düştükten sonra yürüyen ve lider olan John Locke gibi. Ryan’ın dizide başına gelenler de onun geçmiş yaşantısının açtığı yaraları kapatmak uğruna olabilir. Yalnız Ryan’ın ablasının “sana ilaç vermedim, şekerlemeydi onlar” demesi tüm ihtimalleri(ölü, komada vs) sarsan bir durum. Gerçi o kısım da Ryan’ın yeni dünyasının yanıltıcı görüntülerinden biri olabilir zira içtikten sonra görüyor onu da.

Psikoloji bağlamında kafamızı biraz daha güzelleştirelim isterseniz:

Üçüncü bölümdeki bir sahnede Ryan ile Wilfred bodrumda oturmaktadırlar. Ryan bir anda saatin geriye doğru hızla döndüğünü görür. Ayaklarına bakar, bir çocuğun ayaklarına sahiptir. Sonra dişine elini atar ve dişi çıkar yerinden. Wilfred “bu daha sonra olacaktı” der. Sonrasında Ryan kabadayı komşudan yumruğu yiyip dişi gerçekten kaybeder. Ryan’ın ayağını küçülmüş görmesi çocukluğa dönüşü dolayısı ile bilinçdışını simgeler. Yani bodrum bu çocukluğa geçişe yardımcı olduğu için bir bilinçdışı alanıdır. Bu alanın canlısı Wilfred tam anlamıyla bir bilinçdışı figürü gibidir. Beyzbol topu ile oynaması çocukla oynanan fort da ya da diğer deyişe ce-e oyununu anımsatır. Isırmakla oral dönemi, kıçına sürttüğü paspasla anal dönemi, “babam değilsin benim ve senden nefret ediyorum” derken de genital dönemi yansıtır.

Beşinci bölümde Wilfred Ryan’ın adeta törpülenmemiş tarafı olduğunu gösterircesine sadece insanlar tarafından önemsenmek isteyen mütevazi ve üsturuplu Ryan’a İsa olmayı gösterir(insanların öleceğini anlayan köpek rolü yaparak -ve belki de onları kendi öldürerek- Ryan’a “onların İsa’ları benim” der ). Ryan sadece önemli biri olmak istemişken Wilfred çatıda yağmurun altında dikilirken “bende tanrı kompleksi yok Ryan, ben tanrının kendisiyim!” der. Çıkacakları tv şovu öncesi onu frenlemek isteyen Ryan’a “soru Ryan ne istiyor değil; “Wilfred olsa ne yapardı?” derken bastırılamayanın dönüşündeki kaçınılmazlığa dikkat çekilir. Yani toplumsal normlar gereği sadece önemli olmak isteyen insan içten içe en önemli ve en güçlü olan-tanrı- olmak istiyordur.

Altıncı bölümde ikisi arasındaki baskınlık mücadelesinden resmen ilk kez bahsedilir. Ryan ilk kez dominant olanın Wilfred olmasından rahatsız olup ona karşı çıkar ve Wilfred’a gazete ile vurur. Yine de bunun geçici olduğu ve Wilfred’ın yani bilinçdışının baskın duruma geçeceği bölüm içinde bir kez daha onanır.

Yedinci bölümde aynada kendini görme, kimliğin tanımlanmasındaki hatanın temsil edildiği bir sahne vardır ve bu kimlik belirsizliğinin en temel sahnesidir. (wilfred ile Ryan’ın görüntüsü çakışır gibi olur) sekizinci bölümde Wilfred, Ryan’ın öfkelenmesini istemektedir. Bu şekilde içindeki enerjiyi dışarıya kanalize edecek ve sıkıntısını sonlandıracaktır.

Sekizinci bölümün son sahnesinde Wilfred bir anda Ryan’ın çocukken kaybettiği köpeği Sneakers’a dönüşür. Bu geçmişle ilgili anıların biriktiği bir yer olan bodrumda gerçekleşir. Ryan’ın Sneakers’ın kendi hatası yüzünden öldüğünü düşündüğünden ona suçluluk duygusu hissettirecek o anıyı bilinçaltına gömmüştür, yani bodruma. Buna ilaveten bodrumda Ryan’ın oyuncaklarının da olması, çocukluğa ait nesnelerin varlığı zaten birçok bölümde vurgulanan bilinçdışı metaforunu güçlendirmektedir.

Dokuzuncu bölümde Ryan annesi ile yüzleşir. Ryan’ın annesinin de aynı şeyleri yaşadığını öğreniriz bu bölümde. Wilfred’ı, yani Ryan’ın kötü tarafını törpülemektedir annesi. Wilfred bu yüzden ona hemen ısınır, sevgi yoksunluğunu onunla kapatır. Yalnız alengirli bir nokta var ki o da bu sürecin tam da intihar ettikten sonra başlaması –depresyon tetikli bir mental rahatsızlık olabilir- kafa karıştırıcı. Ayriyeten Ryan’ın annesi de zamanında ot içtiğinden bahsediyor bir yerde, muhtemelen uyuşturucu bu rahatsızlığı azdırıyordur ve bilincin patronluğuna son veriyordur.

On birinci bölümde Bruce isimli bir karakter ortaya çıkar ve Ryan’ı Wilfred hakkında uyarır, onun hayatını mahvedeceğini söyler. Bu bir güven testidir aslında, Ryan kafasında yarattığı bu ikilikte Wilfred’dan yana tercih kullanır ve ikisinin aslında bir olduğu, ayrılamayacakları gerçeği vurgulanır.

On ikinci bölümde Ryan sahilde kitap okurken karşıdan güzel bir kız gelir ve Ryan’în okuduğu kitaptan alıntı yapar:

“rüyaların gücünü asla hafife alma”

Bu rüyadan fırlamışa benzer güzel İtalyan kızla takılmak için Jenna’ya verdiği sözden vazgeçmesi gerekmektedir. Kablolu tv bağlamaya gelenler için evde beklemesi gerekiyordur ve bu yüzden kızın teklifini reddeder, sevdiği için fedakarlık yapar. Wilfred durumu müthiş bir emsal ile açıklar:

“herkesin bazen fedakarlık yapması gerekir. İsa’nın hikayesinde olduğu gibi.Romalı askerler de pantheon’da takılıp memelere bakmak istemişlerdir ama İsa’yı öldürmeleri gerekiyordu”

Ryan bu bölümde bir rüya görür ve bu rüya bilinçdışı ile olan irtibatının, yani Wilfred ile olan ilişkisinin hangi düzeyde seyir ettiğini göstermektedir. Wilfred, Ryan’ın aklından geçenleri bilmekte ve rüyalar yoluyla da onu etkileyebilmektedir.

On üçüncü bölümde Wilfred yine seyirciyi manipüle eder. Ryan bütün bu olanlara mantıklı bir cevap aramaktadır, Wilfred ise yine kendi üslubunda cevap vermektedir:

“Ryan, tanışmamızdan önceki geceyi hatırlıyor musun? Aldığın hapları?

Evet.

İşe yaradı, dostum. Üzgünüm, Ryan. İşe yaradı…Burasının normalden farklı olduğuna dikkat etmişsindir sanırım. Kafan karışıyor, değil mi?

Ben deli?...

Hayır. İkisinin arasındasın. Hangi tarafa geçeceğin bugünkü toplantıda belli olacak. Jenna işini geri alırsa hayatına devam edebilirsin.

Bunların hepsi hayal mi yani?

Adada olan şeyler gerçek ama geri kalanı hayal.

Ne adası?

Son dediğimi unut.

Wilfred!

Kara duman!

Lost'u izledim, Wilfred.

Finali nasıldı sence?

Neden bana düzgün bir cevap vermiyorsun?

Haydi ama, Ryan Bunlar karışık, varoluşsal sorular…Bunları sıkıcı Rus yazarlara ve LSD kullanan gençlere bırak. Gerçek insanlar bunları düşünmezler!

İşte bu sahne her şeyi özetler aslında. Çünkü Ryan kısa bir süre içinde iyi biri olmaktan vazgeçip fırsatçı bir avukata dönüşüp ihtirasının kurbanı olur. Jenna’yı etkilemek adına yaptığı şeyler etrafındakilere zarar verir. Tam da kız kardeşine şantaj yaptığı anda kız kardeşi Kristen ona bir soru sorar: “sen kimsin?” işte bu soru Ryan’ın bodrumdayken Wilfred’a sorduğu sorudur. Ryan tam anlamıyla bilinçaltının karanlık tarafının kontrolüne girmiştir. Oysa Wilfred onun karakterindeki pasifliği dengelemek için vardı, Ryan’ın Wilfred’a dönüşmesi için değil. Ryan Wilfred gibi olamazdı, insandı o. Zaten Wilfred da işler bu yöne sürüklenirse diye bir vasiyet yazıp bodruma bırakmıştı. Ryan her şeyi mahvettiğini anladığında bodruma gitmek istedi ve….

Birinci sezon o sahne ile sona erdi. Ryan’ın psikolojik problemi ile mücadelesini- toplumsal baskı ve kendi arzuların arasında sıkışmışlığın bilinçdışı ve bilinç eksenindeki temsilini- anlatıyor dizi. Yani Ryan’ın kendi iç çatışmasını. Bunu destekleyen sayısız sahne ve gönderme bulunmakta, son sahne de bunların en kuvvetlisi.

İkinci sezon Ryan’ın mental durumu açıklığa kavuşturulabilir fakat bunun bile bir Wilfred manipülasyonu olduğunu düşünebiliriz. Hatta oraya duvarı Wilfred’ın örmüş olabileceğini bile aklımdan geçiririm ben. Efsane bir karakter olacak Wilfred’dan her şey beklenir. Şu an her şey netmiş gibi gözükse de işler daha çok karışabilir. Çünkü o Wilfred ve biraz da bu yüzden ikinci sezon öncesi çok net konuşmak biraz zor…

www.tips-fb.com

BİLİM KURGU



Drew Barrymore’un oynadığı bir romantik komedi ile Pazar akşamına yakışır bir romantizm rüzgarı estirmeyi düşünüyordum aslında. Belki de hızımı alamayıp Charlie’nin Melekleri’nden falan bahsedecektim. Sonra o gözü dönmüşlükle ver elini Charlize, ver elini Scarlett…sonra aklıma Tim Burton geldi, aşkımın aydınlığının üzerine çöken gotik bir karartı gibiydi ama işte karanlık insanı cezbediyordu be anakin! onun Vincent Price hayranı karakteri Vincent’ı düşündüm ve gerçek aşkın Vincent’ın deneyimlediği olduğuna kanaat getirdim. Bir şeyi böyle büyük bir tutku ile sevebilen insanlar hayatın gizini çözmüşlerdir benim nazarımda. Ben de sevdiğim şeylerden konuşmaya karar verdim, Scarlett falan demedim, kendimi dipsiz kuyulara atmak pahasına sevdiğim şeyin peşinden koştum. Şu an New York’ta Hudson nehrine bakan bir apartmanın yedinci katındayım ve Marion Cotillard’ın kapısını çalmak üzere…yok tabii ki onun peşinden gitmedim, aptallığına doymayan ben her zaman daha korkunç daha umutsuz olan hayalin peşinden gitmişimdir. Şimdi baktığın zaman Marion Cotillard’ın kapısında beklemekten daha umutsuz bir durum olamaz gibi geliyor, haklısın ....Öyle bir geçer zaman ki’de küçük Osman Jules Verne’i seviyordu ya en çok, işte kız bazen seni çok sevse dahi sen gidip Jules Verne’den vazgeçemiyorsun. En kötü nikah şahidin olsun, mutluluğuna ortak olsun istiyorsun. Jul gelse Marion’la bana şahit olsa , attığımız çiçeği yakalasa…

Sanıyorlar ki hayal gücü bu dünyadan kaçmak için; biz hep bu dünyaya dair güzel olabilirlikleri düşlemiştik oysa. Ben bu dünyada Jules Verne’i nikah şahidi yapıp dünya evine girmek istedim. Çünkü burası bildiğimiz sevdiğimiz tek yerdi be! Gözleri dört defa çimen yeşiliydi Marion’un be Sadri Baba! Biz sanki dünyada hayat varmış gibi bir de uzaya bakıyoruz hayat var mı diye be Fox Mulder! Dünyada hayat olduğuna dair inancımızı kaybetmeseydik hiç yukarılara bakar mıydık? Her şey aslında buraların hikayesi, bizim buraların ve en çok da burada görmek istediklerimizin.

BİLİM KURGU

Türün edebiyat ve sinemadaki yükselişi yeni bir yüz yılın başlangıcında değişim sancıları ile kıvranan dünyanın eseridir. Düşünün imparatorluklar, feodalite çökmüş; hepsinin yerini ulus devletler almış. Ulus devletlerde kendini tanımlama, otoriteyi yeniden isimlendirme sürecinde milletin özünü kuvvetlendirecek, düşmana karşı tek safta toplanılmasını sağlayacak metotlar aramak kaçınılmaz olmuş. Aşırı milliyetçiliğe açılan kapı insafsız bezirganbaşı tarafından aralık bırakılmış. Kentler daha kent, kasabalar daha kasaba olmuş. Biricik Baudalaire'nin içindeki boşluk o melun kentler yüzünden daha da büyümüş, daha kötü daha yalnız olmak istemiş bizim Baudalaire. Faust şeytanla el sıkışmış , sonra "lanet olsun bu modern topluma" demiş, pişman olmuş... tabii Mary shelley çoktan bilim kurgunun anası olmuş; olmuş da zilyon tane aynı konseptli örnek yaratılmış onun izinden giden...

Hiçbir halt eskisi gibi değilmiş artık. Frankenstein'ın dışlanılmışlığını anlayacak çok fazla insan varmış o zamanlar. Paris Komünü'nü de bildiniz siz...Kocaman meydanlar yapılmış güç sahipleri gerektiğinde nutuk atsın, gerektiğinde de toplananların üzerinden tank yürütsün diye. Parisien bilir ; ben bilmem, istanbul çocuğuyum ben...aslına bakarsın biz de biliriz ama "yorum yok çocuklar" diyen magazin ünlüleri gibi davranmak istiyorum şu an. Mesela Berlin ne güzeldir , her yerinde konser veresin gelir. Norveç ne fena mesela, herkesin kilise yakası geliyormuş...

O zamanlar bir bakmışsın kafeler kurulmuş , bir bakmışsın beraber takılıyor insanlar. vitrinlere bakarak aylak aylak dolaşır bazıları... Paris'te kamusal mekanlar çoğalır. Lumierre denilen herif gelip "sinemayı buldum" der o kafelerden birinden, bir Paris kafesinde...Teknoloji o kadar çok gelişmiştir ki şaşkınlık içindedir insanlar. İpad’in çıktığını açıklayan Steve Jobs bakışları vardır insanların yüzünde…bir hayranlık bir "sense of wonder" sarar dört bir yanı. Sonra H.G Welles diye bir adam çıkar, zamanı ve mekanı büker. Aya gider, zamanda yolculuk yapar. Bu adam bilim kurgunun babası diye anılırken Dreamworks sahibi Spielberg nasıl olur da izin verir "Dünyalar savaşı"nın bu kadar kötü bir filme konu olmasına. İnsan babasına bunu yapar mı? gidip bir köşede "baba, bizi neden terk ettin?" sahnesini canlandırsa daha çok reyting toplayacaktır oysa...

YAZARLAR

Bugünkü bilim kurgunun temelleri çoğu uzman tarafından Hugo Gernsback'ın yazdığı bilimsel içerikli makalelere dayandırılır. bir bilim insanı olan Gernsback 20.yy'ın başlarında spekülatif gelecek tasarılarını içeren makalelerinden oluşan bir dergi çıkarmaya başlar. Daha sonraları "scientific fiction" adını verdiği bir dergi ile esasında kendisinden çok daha önce başkaları tarafından emsalleri yazılan eserler üretir.



Kendisi adına bilim kurgu fanları tarafından "hugo ödülleri" verilen ve bu işin babası sayılan Gernsback da çıkardığı dergilerde kendisi gibi bilimsel kurmaca meraklılarına ilham verenleri unutmamıştır. Sıklıkla Mary Shelley, Jules Verne, H.G.Wells, Edgar Allan Poe gibi yazarların yazdıkları yazıları yayımlamıştır.


Mary Shelley

Mary Shelley kocası ile beraber Lord Byron'un evinde katıldığı bir partide yazmıştır "Frankenstein or the modern prometheus" adlı eserini. Normalde kocası ile akşam gezmelerine çıkmayı seven Shelley, havaların bozması yüzünden (izlanda'nın meşhur ismi okunamayan volkanik dağı "eyjafjallajökull"ün sebep olduğu felakete benzer bir sebepten) Byron'un evine tıkılmak zorunda kalmıştır. Byron da çok canının sıkıldığını, duvarların üzerine üzerine geldiğini söylemiş ve bir korku hikayesi yazma oyunu oynamayı önermiştir. Tam bu noktada o ortamın entelektüel çılgınlığının günümüzün Cihangir'inin fersah fersah ötesinde olduğunu belirtmekte fayda var. Dostoyevski külliyatını ezbere almış çaycıların yaşadığını düşündüğüm ütopik semt cihangir bile onların yanına yaklaşamaz!

O gece gördüğü rüyanın da etkisi ile ilk bilim kurgu eseri olarak kabul edilen Frankenstein'i yazan Shelley henüz 19 yaşında idi. bu benim apartmanın girişindeki fotoselin bana tavır aldığı için yanmadığını düşündüğüm yaşlara tekabül eder ve sırf bu bile aynı yaştaki insanlar arasında derin entelektüel uçurumlar olabileceğinin bir göstergesidir. Zaten Frankenstein'ın alt metnine baktığımızda bu eserin asla kötü bir "pulp magazine" yazısı seviyesinde olmadığını aksine (yaşına göre) çok daha ileri bir birikimin ürünü olduğunu görebiliriz.

Frankenstein, ismini kendisini yaratan doktordan alır. Doktor, frankenstein'i(aslında doktorun adıdır Frankenstein) yaratır ve sonra kaderine terk eder. Bu yaratıcı rolüne göz diken bilim insanının tanrıyı, "monster" denilen yaratılanın ise insanı temsil ettiği bir yapıdır. Terk edildiğini hisseden insan "why have you forsaken me" diyerek tanrısına kendisini neden terk ettiğini soran İsa'nın duygularını paylaşır. Ayrıca eserde sınıflar arası bir çatışmadan da söz edilebilir. İnsan olmaya çalışan canavar okur, öğrenir ve kendini geliştirir buna rağmen diğerleri tarafından ötekileştirilmekten kurtulamaz. Bu, proleteryanın yükselişinin soylular tarafından kabul görmemesini hatırlatır ilk anda. Üst sınıfı temsil eden doktor kendisi gibi olmaya çabalayan canavarı kabullenememiştir.

Hikayenin bütünü ileride defalarce kez hollywood tarafından işlenecek "tanrıyı oynamak" ve "ötekileştirilmek" konseptleri ile alakalıdır. Canavar "her yerde sadece benim değişmez bir şekilde dışında bırakıldığım mutluluğu görüyorum. ben yardımsever ve iyiydim; acı beni iblis yaptı. beni mutlu et ki, yeniden erdemli olayım" diyerek yaratıcısının ilgisine muhtaç olan yaratılanın hislerini açığa vurmaktadır. Ayrıca hikayenin Shelley'nin babasına ve kocasına olan nefretinin tezahürü olduğunu da iddia edenler vardır.

Prometheus kısmı ise yunan mitolojisinde Zeus tarafından bir dağın tepesinde zincire vurulan ve tanrıların görevlendirdiği bir kartal tarafından her gün organları yenilen Prometheus'tan gelir.

İnsanı yaratması yüzünden bu cezaya çarptırılmıştır prometheus. İnsanı yarattıktan sonra ise ona bilgi kıvılcımını vermiştir. Prometheus , Zeus tahtından indirilmedikçe insanların özgürlüğe ulaşamayacağını söyler. Zeus kendisine karşı insanı yaratan ve düzenini tehlikeye sokan Prometheus'a karşı hamle babında Kasparov hamlesi cinliğinde bir hamle yapar ve Pandora'yı yaratır. Pandora denilen afet, yaratılan ilk kadın olarak dünyaya kötülüğü saçacak ve bir tek umudu kavanozun dibinde tutarak insanların bitmek tükenmek bilmeyen acılar çekmesini sağlayacaktır.

Jules Verne


Jules Verne , hukuk okumasına rağmen hiçbir zaman "başka sözüm yok sayın hakim" demedi; sürekli bildiğimiz dünyanın bilgisi ile yeni bir dünya yaratmak için söyleyecek bir sözü vardı. romanlarında kullandığı gezginler ile sürekli olarak yeni yerler gösterme(aslında olmayan yerler) amacını destekleyen karakterler yaratmış oldu. bu yeni yerlerde aşina olmadığımız makineler vardı ve alışılmadık makineler çok fantastik amaçlar uğruna kullanılmaktaydı.

Denizaltıları, uzaya giden insanları ve dünyayı dolaşanları anlattığı romanları ile insanların hayret ettiği şeyleri bulmayı başararak bilim kurgu edebiyatının en temel işlevlerinden birini yerine getirmiştir Jules Verne. Anlattıklarının bu denli ilgi çekmesinin ölçülerinden biri de kitaplarının dünyada en çok okunan kitaplar arasında yer almasıdır. 80 günde devr-i alem, dünyanın merkezine yolculuk ve denizler altında 20000 fersah gibi kitapları bilim kurgu klasikleri arasında sayılmaktadır. 80 günde devr-i alem'in 2004 Disney yapımı versiyonunda Phileas Fogg'u Steve Coogan, Passepartout'u ise ünlü aksiyon-komedi yıldızı Jackie Chan canlandırmıştı. Yine kendisine ait dünyanın merkezine yolculuk'un yeniden çevrimi olan, Brendan Fraser'in başrolünde oynadığı film ne kadar 3d kullanımıyla teknolojinin geldiği noktayı göstermesi ile Verne'nin hayalperestliğine yaraşır olsa da sinema değeri açısından 1959 yapımı James Mason'lu filmin gerisindedir. ha 3d teknolojisi , Brendan Fraser'in enerjisi yüksek oyunu ve Anita Briem gibi çok boyutlu bir güzelle bu film de elbette ki geniş ailelerin hafta sonu atraksiyonu olarak hiç de fena bir alternatif değil, bunu da belirtelim.


Edgar Allan Poe


Edgar Allan Poe, Dünya Edebiyatı'nın gelmiş geçmiş en büyük birkaç isminden biridir. Ondan çok daha fazla eser vermiş ve hayatı boyunca eleştirmenler tarafından onurlandırılıp ödüllere boğulmuş insanların asla yazmadıkları, yazamayacakları şeyleri yazabilmiş edebiyatın en büyük delisi ve kimilerine göre de en büyük dahisidir.

Poe, iyi bir öykücü olduğu kadar iyi de bir şairdir. Buna karşın şiirlerini ehemniyetsiz bulduğunu bizzat dile getirmiştir. Buna katılmak mümkün olmasa da öykülerinin yansımaları oldukları için onları benzersiz eserlerin(öykülerinin) çok başarılı röprodüksiyonları olarak görebiliriz.

http://soevos-mediun.blogspot.com/

Yazdığı şiirleri toplumsal bir mesaj vermek , donuk gerçekliği yansıtmak amacıyla yazmamıştır. şiirlerini gerçeklikten sıyrılmak, düşlerde yakalayabildiğimiz üstün güzelliğe ulaşmak maksadıyla yazmıştır. yazdıklarında içerikten çok üsluba önem vermiştir. Ancak üstün güzelliğe yöneldiğimizde gerçek dünyanın esaretinden kurtulabileceğimizi söylemiştir.

Bu noktada Poe'nin kozmik mit'ini açıklamak farz oluyor. Transandantalistlerin de yaklaşımında görülecek olan bireyin ruhunu tanrı ile özdeşleştirmesi mevzuusu...Poe'ya göre tanrı evrenin içindeki her maddede vardır ve evrensel ruh hepsinin içinde mevcuttur, tanrı tüm evrene yayılmıştır. Günün birinde bu dağınıklık toparlanacak ve evrensel ruh orjinal kaynağa dönecektir. Bu yolculukta dünya insanların zihinsel faaliyetlerine dayanan bir çöküş içindedir. İnsanın yaptıkları varoluşunun masumiyeti ile çelişir. Bu çöküş yüzünden "enfekte" olan insan zevkleri ve imgelemi bastırıyordur. İşte poe da orjinal birliğe dönüş için yol gösteren biridir, bu dünyada. Daha güzel bir dünyaya dönmek için çabalar her daim. Bu yüzden gerçekliğe karşı çıkar Poe.

Poe'nun hikayelerinde sıklıkla kullandığı şeylerden biri de "çocukluğa duyulan özlem"dir. Büyüdükçe gündelik yaşama esir düşer ve çocukluk günlerini hatırlamakta zorluk çektiğini söyler. Çünkü artık lekesiz bir zihnin sonsuz parıltısına sahip değildir. bu yüzden geçmiş düşlerle ulaşabileceği bir yerdir artık; gece ve gündüz görülen düşlerle üstün güzelliğe ulaşmayı amaçlayan Poe kimi zaman bilindik formların güzelliğini kullanır eserlerinde. belki de bilindik güzelliklerin birleşimi ile ulaşabileceğini düşünür o ulaşmak istediği yere. Çoğu zaman bilindik şeyleri kullanarak bilinenin ötesine ulaşmaya çalışır. Özellikle de şiirlerinde anlam belirsizliğine başvurur. bu dünyanın dışındaki bilinmeyen, sadece bizim görebildiğimiz ;başkasının farklı gördüğü şeylere sürükleniriz onun sayesinde.

Poe'nun en bilindik şiirleri Kuzgun, Annabell Lee, Bir düşün içinde bir düş'tür. Morg sokağı cinayetleri, Usher evi'nin çöküşü gibi pekçok hikayesi ile de tanınan poe bilim kurgu edebiyatının bir roman formu olarak şekillenmesi sürecinde yazdığı korku edebiyatı ürünleri ile çok önemli bir ilham kaynağı olmuştur; bir nevi karanlıklar vadisindeki bir yol gösterici görevini üstlenmiştir.

Efsane b filmleri yönetmeni Roger Corman kariyeri boyunca birçok poe uyarlamasını sinemaya uyarlamıştır. Bu filmlerde türün meraklıları arasında korkunç derecede ünlü olan Vincent Price ve Barbara Steele'ye rastlamak mümkün. Ayrıca senaryolarda da bu türün iyi yazarlarından Richard Matheson'un parmağı vardır.

Herbert George Wells

Diğer adamımız H.G Wells ise biyoloji eğitimi görmüş, Jules Verne'nin açtığı yolda ilerleyip günümüz bilim kurgu edebiyatının temellerini atmıştır. Uzaylılar ile sıcak temas ve zamanda yolculuk gibi konseptler ile namı yürüyen Wells'in romanları defalarca kez sinemaya uyarlanmıştır. Genellikle eski bilim kurgu filmlerinin yeniden çevirilmesi yüzünden çoğu kişi bu uyarlamaları 2000'ler versiyonları ile hatırlamakta ki bu uzaylıların istilası kadar korkunç bir durum! Robert Wise'nin filminin Keanu Reeves'li versiyonunu izleyenler sanırım (imax'i dahi korkunçtur!) bilim kurgudan soğumuştur. Kimin neyi hangi motivasyonla yaptığının belli olmadığı bu yapıtın dışında bir Wells romanı uyarlaması olan "The Time Machine" in milenyum sonrası remake versiyonu da son derece yetersizdir. George pal'ın yaptığı 1960 yapımı olan versiyonu izlemek çok daha yerinde bir karar olacaktır.

Bunların yanısıra Marlon Brando'lu versiyonu ile hatırlayacağımız(Burt lancaster'lı film daha iyidir) "Dr. moreau'nun adası" da konusu itibari ile kanonik bir bilim kurgu hikayesidir. Tanrıcılık oynayan bilim adamı hikayesi ile kendisinden sonra yapılan pek çok filme ilham vermiştir.

Temalar

Jules Verne, H.G Welles, Edgar Allan Poe gibileri bu işin öncüsüdür. Sonradan da çok temiz, çok iyi çocuklar çıkmıştır ha! bütün bu adamlar hangi temaları kullanmıştır, bilmek hakkımız elbet. Uzay yolculuğu en çok tutanıdır bunların. Tıpkı X-files'taki Fox Mulder gibi dünya dışındaki hayatı aramaktan buradaki hayatı unutmuştu insanlar. Bizimkiler hep yeni bir yol buldular, başka bir gezegenden gelenleri "öteki" olarak gördüler. Başka bir gezegene kendileri gitmek istediler sonra. Gezegen uzak olduğu için kolonileşme sembolü yıldız gemileri yaptılar. Yıllarca bu gemilerde yaşadılar, pekçok dizi ve film bu temayı kullanarak popüler oldu. Battlestar Galactica diyenin ağzına vururum, insan çocukluk aşkını hatırlamış gibi oluyor…

Sonra uzayda yolculuk ettiler. Ükronik metinlerin kaynağı olan zamanda değişiklikleri yaptılar, alternatif tarihi gösterdiler. Sonra Marty Mcfly aile resminden bazılarını kaybetti. Zamanın şakası yoktu..

Bilim gelişti gelişti...DNA'yı değiştirdiler, klonları yarattılar, yapay zekayı devreye soktular, makinelerin yükselişini gösterdiler...Süper robotları bilirsiniz, bücür japonlar içine girince kendilerinden geçerler...

Yeri gelmişken ütopyaları unuttuk. Onlar da çok önemliydi bakın. Huxley, Thomas more, Orwell neyim okunmalı. Onları bilahare konuşuruz…

Bilim kurgu çok farklı alt türlerde eserler verdi. Steam punk, apokaliptik öyküler, cyberpunk...Neyle ilgili olursa olsun insanın değişen dünya karşısındaki şaşkınlığını, korkularını ve de hayranlığını anlatmıştır bilim kurgu. Anlatırken de zamanın ruhunu yansıtmıştır. Zaten dönemle ilgili en çok ipucu veren türler bilim kurgu ile korkudur dikkat edersek.

Son, The end, fin....

demem o ki , saydığım ve çokçasını sayamadığım isimlerin omuzlarında yükselen bilim kurgu siber punk ve spekülatif kurgunun da popülerliği ile melezleşmiş, anlam kaymasına uğramış ama yine de hala türe dair çok değerli eserlere rastlanmaya devam edilmiştir...ve bunların haricinde...pazar akşamları o drew barrymore filmini de izleyebilirsiniz...dediğim gibi her şey buraya dair olabilirliklerdi. oldurabilirseniz sizin adınıza ancak sevinebilirim...


www.tips-fb.com
 
Copyright 2009 Sinematografik Mizah -Setheleh-. All rights reserved.
Free WordPress Themes Presented by EZwpthemes.
Bloggerized by Miss Dothy