RSS
merhaba ve olur ya sizi göremem, şimdiden: iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler... Umarım güzel bir hayat yaşarsınız.
-SETHELEH-

SİZ BÖYLE ÇOK GÜÇLÜ OLDUNUZ


Aloha.

Kitap bastırmak malumunuz çok örseleyici bir süreç. Ben, her gün can sıkıntısına karşı destansı bir mücadele verip Allah kahır bela nidaları eşliğinde güne başlıyorum, benim girişimcilik anlamında atabileceğim en büyük adım bu, daha fazlası bu bünyeden çıkmaz. Bu yüzden olacak ki yayınevlerinin peşinden koşup yazdığım şeyi bastırmaya çalışmak, kısa bir süre içinde benim için fuzuli bir uğraşa dönüşüverdi. Hiçbir zaman maddi kaygı gütmedim, o açıdan gönül rahatlığıyla yazdığım şeyi paylaşıyorum. Ayrıca bu bloğu da ne zamandır ihmal ediyordum, bu vesileyle hatırlamış oldum, iyi oldu.
Umarım beğenirsiniz...

NOT: Bu arada, şu sıralar efkarlı bir bilim-kurgu yazmaktayım, tamamladığım zaman onu da büyük ihtimalle buraya koyarım.
www.tips-fb.com

'Bizim Nesil' ve Gezi Parkı Direnişi





Seksenler ve doksanların başında doğan nesil; enformasyon yığınının altında ezilmiş, kapitalist düzen tarafından doğumundan itibaren bir proje misali şekillendirilmeye çalışılmış, konformizm ile boş vermişlik arasında gidip gelen,  büyük anlatıları ve dahi siyaset terminolojisinde yeri olan tüm olguları ve kavramları ‘yeterince’ değerli bulmayan hatta bunlara burun kıvıran bir nesil.  Şimdiye kadar filmin sonunu merak ettikleri için televizyon başından kalkamamışlardı ama artık izninizle biraz ses çıkaracaklar!


















Siyasilerin apolitik olarak nitelendirdiği ama esasında çevrecilik, kadın hakları, ırkçılıkla mücadele gibi konularda ortak hassasiyetleri olan ama fikri mücadeleyi sahaya yansıtma tecrübesi olmayan bu kitle, esasında yeni bir siyaset sanatının aktörü olabilme potansiyelini taşıyor. Bu insanlar evet, televizyon karşısında büyütüldüler ve televizyonu ebeveyn bellediler;  yıllar yılı belli sebeplerden ötürü alaycılık ve umursamazlıkla bazı şeyleri geçiştiren pasifize bir kitleden öteye geçemediler ama bu bilgi çağının çok görmüş, çok tüketmiş çocukları her ne kadar siyasetli ilgili her şeyi “Bunlar eski ve anlamsız hikayeler” diyerek küçümsese de kendi hayatlarına müdahale edildiğinde -güvendikleri hiçbir siyasi oluşum olmamasının da etkisiyle-  klavyeyi yavaşça yere bırakıp sonunda ‘meydan’a çıkmaya karar verdi.




Hikaye internette başlayacaktı… Esasında bu çok yeni bir hikaye değildi; bilgi epey zaman önce çok önemli bir güç haline gelmişti ve ona sahip olacak olanlar bu ‘hastalıklı’ toplumun tek tip adam yetiştiren, tahakküme dayalı sistemini yok edeceklerdi.  Teknoloji artık otoriteye dayatılmış bir silahtı ve bu ideal nesil tanımına uymayan, ayrıksı (çapulcu) insanlar farklı düşüncelere tahammülü olmayan iktidara isyan edeceklerdi; ama öyle olmadı. Sistem bu özgürlük getireceği umulan yeni kanalları kendi menfaatleri doğrultusunda şekillendirmekte pek bi hünerliydi. Sistem, geçmişten bu yana gelişen tüm karşı kültür hareketlerinde sonunda işi kendi lehine çevirerek zaten rüştünü ispatlamıştı…  Yeni milenyuma duyulan ümitler günden güne azalıyordu.  Milenyumun başından bu yana aynı iktidarın refakatçiliğinde yaşayan bu ülke insanları için de aynı şey geçerliydi. Sonra bir şey oldu, belki biraz geç oldu ama adeta Gandalf’ın beşinci günün şafağında gelmesi gibi bir etki yarattı.


Şimdi kendi içinde çok fazla ortak noktası olmayan,  faşizm karşıtlığı altında birleşen bu kolay tanımlanamayan kitleden bir temsil bekleniyor.  Konvansiyonel iletişim aygıtlarına, bilindik muhalif unsurlara ve bu düzenin bir şekilde parçası olmuş hiçbir şeye güveni olmayan bir kitlenin kendine has bir temsil yaratması eşyanın tabiatına daha uygun gözüküyor. Bu tabiatı gereği,  (eğer gerçekleşirse) kuvvetle muhtemeldir ki lideri olmayan, şeffaf ve yine internet tabanlı bir oluşum olacak. Dünyada İsveç, Almanya, İtalya gibi ülkelerde birtakım “alternatif” siyaset aktörleri halihazırda şanslarını denemekte ve bunlar arasında ülke yönetimine ortak olma seviyesine gelenler dahi çıktı. Bu yeni siyaset anlayışı dahilinde ortaya çıkacak bir hareket, Türkiye’nin kendi dinamikleri ile nereye evrilir, ne başarır bilmiyorum ama bu direnişi gerçekleştiren insanların sandıkta da direnmek isteyecekleri çok açık. Bunun da bu zor beğenen,  çabuk tüketen, yeniliğe açık kitleye yaraşır “alışılmadık” bir yolu olacağını tahmin etmek güç olmasa gerek. Şimdi esas mesele, direnişin savunduğu değerleri sahiplenebilecek bir siyasi temsilin ortaya çıkıp çıkmayacağı. Bekleyip göreceğiz, zaman bize gereken cevabı verecektir.
www.tips-fb.com

Biletsiz Projesi Üzerine


Sevgili Gönül dostları, biricik müttefikler, canım kainat sakinleri...

Blog dışında neler yaptığımı merak ediyorsanız diyerek... Yok, tabii ki böyle bir şey yapmayacağım. Aramızdaki mesafeli ilişkiyi, son derece sinir bozucu ve gayriciddi bir insan olmamdan ötürü zorlanarak da olsa korumaya çalışıyorum. Aslında ben sizi korumaya çalışıyorum ! Neyse, buranın haricinde yazdığım bir başka mecra da Biletsiz. Oradan sinema ve daha bir çok şey hakkında zırvaladığım yazılara ulaşabilirsiniz. Ayrıca Ekim ayında "Biletsiz" isminde bir kültür sanat dergisi çıkaracağız. İşte ben böyle böyle sokaklardan ve suçtan uzak duruyorum. Bana karşı Ölü Ozanlar Derneği etkisi yapan oluşumlardan biri olan bu dergiye bir Haneke yazısı yazdım ki aman Haneke görmesin. Siz görün ama, siz yabancı değilsiniz. Ayrıca pek çok tatlı munis yazı da olacak dergide. Çıktığı gibi, dumanı üstündeyken sizlerle paylaşırım zaten. Ha bu şabalak nerelerde diye arada merak edersiniz, içinizi bir hüzün kaplar, Münir Nurettin'den bir şeyler dinlemek istersiniz, siyah beyaz bir türk filminde Sadri Alışık ağlamaya başlar, işte ben oralarda bir yerlerdeyim. Aklınızda bulunsun. 
www.tips-fb.com

Resident Evil Retribution




Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler yine gider, har vurur harman savururdum. Zaten o dönemlerde benden tutumlu, iki dirhem bir çekirdek bir kamu personeli olmayacağı belliydi. Ben tüm kahramanlar gibi sefil ve değersiz hayatımın beni bir gün insanlığı kurtarmakla sonlanacak bir maceraya sürükleyeceğine inanıyordum. Bir gün, Raccoon City’yi kurtarmam gerektiğinde elimi taşın altına koymaktan çekinmeyecektim. Kariyerimi bunun üzerine kurmuştum. Dünyanın en mendebur şirketi, muzır isimli Umbrella’yı tek başıma çökertecektim. Planım bu yöndeydi. Sen plan yaparken ebeveyn yukarıdan bakıp gülümser, “yazık ya kimin çocuğuysa… Off, bizimdi değil mi bu çocuk?” dermiş. Bu yüzden hiç ciddiye alınmadım, mücadeleme destek çıkan kimse olmadı. İşte sonra Raccoon City’nin ne hale geldiğini de herkes gördü…

Capcom itina ile güzel serileri hacamat ediyor, o konuda büyük bir istikrar var şirkette. Resident Evil’in geldiği noktaya baktığında Capcom’un yerini yurdunu tespit edip taşlar ve sopalarla oyun piyasasında bir devrim yapmak istiyor insan. Artık işin iyiden iyiye “abi meydanda sniper var!”a döndüğü, FPS’nin tüm zevki alıp götürdüğü zamanlarda serinin geldiği nokta şaşırtıcı değil; ama çok can sıkıcı. Bir de bu yetmezmiş gibi seriyi filme uyarlayan Paul W.S.Anderson deyyusu da aynı zihniyetin ürünü olan filmler yapıyor. Zaten ortada bir Jill varken, ulan o olmadı Leon, Chris, Claire falan filan varken gidip Alice’i hikayenin merkezine yerleştirmek serinin hayranlarına yapılmış büyük bir yamuktu. Ama bu yamuk sayesinde şu an Anderson deyyusu Milla Jovovich ile birlikte ve milyon dolarlarla oynuyor. Yani bu işten kimin karlı çıktığı ortada. Milla bu deyyusta ne buldu bilinmez ama her biri birbirinden senaryosuz filmler yapmak gerçekten büyük maharet olsa gerek. Gerçekten de filmler o kadar senaryosuz ki ilk dört filmde “kıyamet sonrası”, “sanal gerçeklik”, “superhero” gibi pek çok konsept hoyratça harcanıp ortaya aşure tadında bir seri çıktı. Frank Rijkaard’ın türk futbolu hakkında dediği gibi “her şeyden biraz var ama hiçbir şey tam değil”.

Ben ingilizce bilmediğim halde zamanında bu oyunu oynarken üç sözlük eskitmişim, ileride Harvard’da okumamı sağlayacak kadar parayı oyun piyasasına akıtmışım… E insan haliyle daha iyi bir muamele bekliyor! Hem benim gibi kundaktan resident evil oyuncusu olanları hem de “creator” Shinji Mikami gibi bir reisi küstürdüler dünyaya. Düşündükçe sinirden balon balığı gibi şişiyordum ama yine de Resident Evil Retribution’a gittim... Şimdi çok daha sinirliyim.






Serinin son filmi yönetmenin “bakın nasıl da ileri teknoloji kullanıyoruz ehehee” dercesine çektiği bir yavaşlatılmış geri sarım ile başlıyor. Anderson’un bu gösteriş meraklılığı filmin genelinde de kendini gösteriyor. “Her şeyin fazlası iyidir” diyerek seyirciye sonsuz tane Milla klonu göstermiş, zırt pırt tıpkı “The Fifth Element” in açılışındaki gibi Milla’yı laboratuvarda füturistik bir elbise ile uyandırıp “beyler repleri görelim” diyen bir adamdan da zaten başka türlüsü beklenemezdi.Bu filmde de hiçbir masraftan kaçınmayıp serinin önceki filmlerinde ölen, öldüğü düşünülen karakterleri tekrar bir araya getirmiş bu şabalak. Bunu da “simülasyon ortamları” üzerinden meşrulaştırmış. Artık işi iyice oyuna bağladıkları yetmezmiş gibi bir de simülasyon ortamlarında zihinlerine sahte anılar ekilmiş tanıdık yüzlerle aynı karakterin varyasyonları ile geliyor, karakterlerin etinden sütünden faydalanıyor. Filmde birden çok Rain ve Carlos olması, Leon’un devreye girişi, esrarengiz ve bir o kadar da tatlı Ada Wong’un da partiye davet edilişi ve West’in sürpriz yumurtadan çıkar gibi “ben ve kaslarım emrinizdeyiz” dercesine geri dönüşü olayın “eski takımı tekrar toplayalım” kafasının ürünü olduğunu gösteriyor; daha fazlası değil. Bunlara ilaveten bir adet Jill ve Wesker de var filmde.

Filmde Moskova, Tokyo, New York simülasyonları olduğunu hatırlatalım sevgili seyahat tutkunları. Alice tıpkı bölüm geçer gibi bu simülasyon ortamlarını geçmeye çalışıyor, evet çok yaratıcı! Allah’ım içimi bir karanlık kapladı. Sayid Jarrah’ın içini kaplayan karanlık gibi esir aldı beni. Eskiden bana “aha green herb… Yeşil ot buldum, şimdi güçlenip ananızı…” diye başlayan tutku dolu cümleler kurdurtan oyun şimdi siyah beyaz fotoğraflarına bakıp kan kustuğum bir Yeşilçam eski sevgilisine dönüşmüştü. Daha fazla dayanamıyordum… Yarısında çık… Elbette yarısında çıkmadım, o kadar para veriyoruz gözlük falan…

Resident Evil “serinin ve Milla Jovovich’in hayranlarını…” diye başlayan cümlelerle tanıtılan bir film serisi, biz daha neyi konuşuyoruz. Lan The King Of Fighters, Tekken, Street Fighter gibi arcade’lerin kısır hikayeli ve düşük bütçelerinin de etkisiyle tırt ötesi olmalarını bir nebze olsun anlayabiliyorum ama Resident Evil’in  bu kadar yeni nesil bebelerine yaranmak adına bu kadar düşmesini aklım almıyor. IQ almış başını gitmiş, zekadan evde eni vici vokke diye dolanıyorum etrafta, bir indigo çocuğum, new age’im ulan ben! Ama yine de bunu anlayamıyorum…

Resident evil Retribution denilen şabalak görsel hazza dayalı, koskoca filmi “Milla’nın kaçışı” gibi on dakikada geçilebilecek bir olay üzerine kuran bir film. Filme elbette ki entelektüel haz için gitmeyeceksiniz,  bence giderseniz de sevgilinizle falan gidin. Filmin boşluğunda birbirinize sarılırsınız. Çünkü film öyle bir film ki “abi filmin gameplay’i başarılı” diyerek tanımlayabiliyorum filmi. Varın gerisini siz düşünün.

Ayrıca Jill zamanında bana varaydın, evinin kadını çocuklarının anası olaydın hiç bunlara gerek kalmayacaktı bebişim. Belalım, yaban çiçeğim...

www.tips-fb.com

Korku Sineması Özeti: Nightmares in Red, White and Blue





The Day The Earth Stood Still” filminin hem orijinalinde hem de insanı “bilim kurgu filmlerine gitme korkusu” sahibi yapacak kadar korkunç olan remake’inde verilen ortak bir mesaj vardır. Bize ayar vermeye, türümüzü yok edip dünyayı bizim gibi korkunç yaratıkların elinden kurtarmaya kararlı olan Klaatu isimli uzaylı Toys r us’tan alınmış gibi duran robotu Gort ile karşımıza dikilir ve insanların ancak bir yıkımın öncesinde değişebileceklerini söyler. Bunun doğruluğuna şüpheyle baksam da bence daha kesin olan bir şey var: insanlar korku anlarında kendileri olmaya çok yaklaşıyorlar.



Toplumsal alanda kullandıkları maskenin düşüşü en büyük itirafların bu anlarda yapılmasından da çok net bir şekilde anlaşılıyor. Çünkü insanlar korktukları anlarda kim olduklarına dair ipuçları verirler. Korkularımız parmak izlerimiz gibidir adeta. Hem kişisel tarihimiz hem de toplumumuz hakkında bize bilgi verir. Korku sineması da toplumdaki değişimlerin ve bunun birey üzerindeki yansımalarının en sarih biçimde anlaşılacağı türlerden biridir. Bu yüzden lütfen korku filmi izleyen çocuklarımızı bodrumlara kapamayalım, ileride bu aile saadetinize büyük gölge düşürür. Badana, parke hepsi sefil olur, aman gözünüzü seveyim.

Joseph Maddrey’in aynı adlı kitabı esas alınarak hazırlanan bu belgesel Amerikan Korku Sineması Tarihi’ne ışık tutma niyetiyle türün önde gelen yönetmenlerini ve bazı sinema araştırmacılarını kameranın önüne konumlandırıyor. Yine kitaptaki gibi daha çok on yıllık periyotlar olarak bölünmüş bir anlatım var. Belgeselde türün belli başlı filmlerinden kısaca bahsediliyor ve belgesel bu özelliği sayesinde daha çok bir “maç özeti” niteliği taşıyor. Maçı daha iyi analiz edebilmek için maçın tamamının izlenmesi gerektiğini, bu yüzden de bu belgeselin ancak bizi daha detaylı işlere yönlendirecek bir referans olarak nitelendirilebileceğini de şimdiden belirtmek isterim. Ayrıca o kadar çok “maç” dedim ki şu anda hanım okurları kaybetme korkusu ile yüzleşiverdim. Herkesin korkusunun başka başka olduğunu, hanımların aynı mevzuyu “kreasyonun sadece en pahalı parçalarını tanıtan bir defile” olarak görebileceklerini söylemek isterim... Bu gerçekten de korkunç bir durum olurdu!



Belgeselde Joe Dante, John Carpenter, George Romero, Roger Corman gibi eski topraklar filmler ve filmlerin yapıldığı dönemler üzerine konuşuyorlar. Kendinizi o an Cadılar Bayramı toplantısında, gotik tarzda döşenmiş bir yerde oturmuş, içerisinde çay olduğundan bir türlü emin olamadığınız bir şeyi yudumlarken hayal ediyorsunuz. Bu vesileyle hatırlatayım; korku filmi yönetmenleri aslında çok güzel adamlardır! Bu inandırıcı gelmiyor olabilir ama inanın bana tanısanız siz de çok seversiniz.



Eski zamanların –aslında bu hiçbir zaman değişmemiştir- insanları korkak, yılgın ve umutsuzdu... İnsanlar ses çıkarmak, karşı koymak istiyordu ama korkak ve güçsüzlerdi. Bu yüzden başka yollar arıyorlardı. Yaratılan dünyayı var olan objeleri ile -tıpkı empresyonistler gibi- değil de kendi benliğinin o dünyaya atfettiği özellikler ile görüyorlardı. Mekanı ışık kullanarak gerçeğin ötesine taşıyor, perspektifi alışılmadık biçimlerde ele alıyor, bir şekilde içlerindeki karabasanı dışarıya çıkarıyorlardı. İlk örnekler Caligari’nin Muayenehanesi ve Nosferatu olsa da esasında Alman Sineması İskandinav menşeili sinemacıların ve yazarların etkisi ile Yahudi efsaneleri gibi eski metinlere dayanan ve her biri “otorite karşısında acizlik gösterisi” olarak okunabilecek filmler yapmıştı bile(Misal Golem). Yine de gerçek anlamda korku filmleri tarihinin ilk işi olarak nitelendirilebilecek olan film Nosferatu’dur.




Belgeselde elbette ki Almanya’da yapılan Ekspresyonist filmlerden alınan ilhama, Nazilerden kaçan bu müthiş mizansen yaratıcılarının Hollywood Korkusu’nun mimarları olduğuna vurgu yapılıyor. Aslında bu vurgu bu kadar net değil ama ben bundan sonraki kısımlarda olduğu gibi burayı da yorum katarak anlatacağım. Orijinalini izleyip kendiniz de görebilirsiniz, benimkisi üzerinden bir kez daha geçmek sevgili dostlar, günahı da sevabı da benim olsun.

Gerçekten de ilk çekilen korku filmi olarak Murnau'nun Nosferatu'sunu sayabiliriz sanırım. “Sanırım” diyerek bir açık kapı bıraktım ki alanında uzman bir film tarihçisi telefonla bağlansın, hararetli bir tartışmaya girelim, okunma oranım artsın.

Benim nezdimde(birçok kişiye göre de öyledir aslında) ilk korku filmi olan Nosferatu filminde Dracula'yı İngiliz etkisinden uzaklaştırmak, telif ödememek için karaktere Orloc adı verilmiş ve hikayedeki İngiliz etkisi mümkün olduğunca azaltılmıştır. Zaten asla bilindik Dracula figürüne benzemeyen ve temsil olarak da “veba taşıyıcısı bir yaratık” tanımına daha yakın olan Orloc hikayeyi biraz olsun orijinalinden uzaklaştırıyor. Gerçi Bram Stoker'ın hanımı vesayet sahibi olarak bu numarayı yemiyor ve Almanlara dava açıp kazanıyor. Sonra Almanlar filmi yakmıştır ve film benim bildiğim kadarıyla Paris'teki depolarda bulunan kopyalar sayesinde tekrar (60'larda) izlenebilir kılınmıştır.

Belgesel hem film noir hem de korku türünde kullanılacak “ton”u yaratan bu adamları öylece geçip gidiyor ve korkunun altın çağı olarak bildiğimiz 1930’lara geliyor.



Korku sinemasının altın dönemi 1931'deki Dracula ile başlar. Tiyatro oyunundan esinlenilerek yaratılan film yabancı korkusunu anlatır ama pazarlanırken “bir aşk hikayesi” diye pazarlanır. Esasında Dracula eşsiz Bela Lugosi’nin Macar oluşunun etkisiyle tam anlamıyla bir yabancı olarak okunabilir. Bizim toprağımıza, kadınımıza göz diken bir ötekidir Dracula. Bu ekspresyonizm emanetçisi film Majör bir şirket olmayan Universal’e çok iyi para kazandırır. Bu filmi yapan Universal arsızca yardırıp Mumya, Frankenstein, Kurt adam filmleri de yapar. Dönem canavarların dönemidir ve bu furya on yıl kadar devam eder... Belgeselde bahsedildiği gibi Phantom of the Opera’da Lon Chaney’nin şahane bir şekilde canlandırdığı Hayalet karakteri bir sahnede insanlar tarafından kovalanmaktadır. Sonra durur ve elinde sanki bir şey varmış gibi elini yumruk yapar, kalabalık ürperir... Chaney onları kandırdığını ifade eden harika bir gülümseme ile elini açtığında kalabalık aslında Chaney’nin elinde hiçbir şey olmadığını görür ve onun üzerine saldırıp onu öldüresiye döver... Bu dönem halkın kendisine düşman aradığı bir dönemdi. Oysa Carpenter’ın söylediği gibi: “düşman içimizde, buramızda(kalbimizde) diyebilmek en zor olanıdır.”

Otuzlu yıllar boyunca bir sürü devam filmi yapılır. Bu da yetmez karma filmler yapılır. Kurt adam ile Frankenstein karşılaştırılır, mumyaya beş çayına, Dracula'ya altın gününe gidilir. Toplum normaliteyi tehdit eden bir canavara muhtaçtır adeta. Bu düşman yaratma politikası, “New Deal” ile Amerikan Rüyası’nı teminat altına almaya çalışan Roosevelt’in de işine gelmektedir. Oysa o rüya yavaş yavaş kabus olmaya başlamıştır. Savaştan dönen adamlar kollarını bacaklarını kaybetmiştir ve iş bulamıyorlardır. Tod Browning Dracula’dan sonra Freaks isimli bir film yapar ve bu filmde “ucube” olarak görülenlerin nefretini işler...

40’lı yıllarda Hays Office iyice şaha kalkmıştır, filmler sansür kurulundan geçmek için bazı koşulları yerine getirmelidir. Hatta bunlardan biri de “filmin sonunda canavar mutlaka öldürülmelidir” gibi bir kuraldır. Yani düzen bastırdığı şey tarafından alaşağı edilmeyecek, yurttaşlar böylece canavarın ölümü ile teskin edilecektir. Bu yıllar savaşı yücelten filmlerin yapıldığı yıllardır ve esas olarak en dikkat çekici işler düşük bütçeli film noir’lardır. Yine de bu yıllarda bu düşük bütçe sorunu yapımcıları daha derinlikli işler yapmaya sevk eder. Sinemaya psikoseksüel korkuyu sokan ve birçok filmi etkileyen Cat People 1942 yılında vizyona girecektir.




Bu dönemin filmleri psikolojiye ve felsefi sorulara eğilirler. Cat People bunlar içinde en önemlilerden biridir. Korkuya psiko-cinsel bir boyut sokan ve korkuyu evimize(film için New York) kadar getiren bu film Val Lewton'un atmosferi iyi, ucuz horror filmi yapma metodolojisinin ürünüdür. Ayrıca “bastırılmış duyguların ortaya çıkması” konseptiyle de korku filmleri metin okumalarının favori konusu olan "return of the repressed"in ilk örneklerinden birini(belki ilk) ortaya koymaktadır. Sonraki yıllarda kötüyü bize yaklaştıran “Peeping Tom” ve “Psycho” gibi ilk slasher örneklerine de gereken uygun zemini hazırlamıştır.

Hatta Cat People kurgu olarak da etkileyecektir diğerlerini. Şimdi hepimizin bildiği bir şeyden bahsedeceğim sevgili korku müptelaları... Korku filmlerinde bir şey olacakmış gibi olur da bir şey olmaz bazen. Yani katilin ortaya çıkacağını vaat eden bir gerilim müziğinden sonra bir anda bir fare peydah oluverir ya da tanıdık bir arkadaştır aslında kapıdaki. Bu bizi önce geren sonra da içimize su serpen bir harekettir. Bu feyk atma durumuna Lewton Bus (Bus Effect) adı verilir. Cat People'daki bu formdaki bir sahneden ötürü bu ismi alır. Yine beklenen korku figürünün ortaya çıktığı ve beklentileri karşıladığı sahneler vardır. Hakikaten de dolaptan Ghostface'in çıkması buna örnektir. Buna da Cat Scare denilir. Hasılı, Cat People hem işleyişi hem de altmetni ile modern korkunun müjdeleyicilerindendir ve döneminin ruhuna oldukça uydundur. O dönemlerde psikanalizin iyiden iyiye sinemaya eklemlendiğini, savaştan dönen askerlerin dahi bu tarz tedavilere yönlendirildiğini söylemekte fayda var.






1950’ler korku sinemasında atom çağı etkisinin görüldüğü zamanlardı . Belgeseldeki yönetmenlerin çoğunu etkileyen mutasyona uğramış o iğrenç dev böcekler, ucubik uzaylılar hep bu dönemde bize dadandılar. Dönemin atom bombası korkusu ve soğuk savaş ürünü paranoya bu tarz filmlerin sayısını arttırdı. Aslına bakarsak burada da uzaylı metaforu bizim öteki ile yüzleşmemizi kolaylaştıran bir aracı vazifesi görmektedir. Bu aslında “the real” ile yüzleşmek anlamına geleceği için böyle metaforik aracılar ve temsili karşılaşmalar yaratılmakta. Yoksa görmezden gelinen ile aleni bir yüzleşme mümkün değildir. Bu hep böyle olmuştur... Bu noktada “The War of the Worlds” ve “The Day the Earth Stood Still” hakkında konuşmamız gerekecek ama o zaman kendilerinin remake’lerini düşüneceğim ve asabım bozulacak. Screen Persona’ların en sahte gülüşlüsü Tom Cruise ve biricik NEO’muz Keanu Reeves gelecek akıllara ve incineceğim zira işleri fazlasıyla kişiselleştiriyorum. Marion Cotillard’ın oynadığı her filmi beğeniyorum mesela, böyle bir yere varamam…

60’lara geçmeden önce son bir şeye daha parmak basmak istiyorum: Hammer!





50'lerin sonunda korku sineması güneş batmayan krallıkta tekrardan doğdu. Britanya'da efsane Hammer yapım şirketi ortaya çıktı ve "Curse of Frankenstein" ile paranın dibine vurdu( “A history of Horror with Mark Gatiss” belgeselinde gösterilir Hammer stüdyoları) Bu rüzgarla sayısız korku filmi çekti. Sektör patladı. Bu dönemde İtalya ve Meksika sineması korku açısından kendini aştı. ABD ise korku filmi yaratımında o derece bolluk çekmiyordu, malum otosansür yüzünden işler iyi gitmiyordu. 68 sonrası işler değişecekti ve özellikle 70'ler yeni bir patlamaya sahne olacaktı. Önce güzelim altmışlı yıllara geçiyoruz, Işınla bizi Scotty!





60’larda daha aşırı işler yapılmaya başlanmıştı. Toplumsal dönüşüm ve devrim ümitleri herkesi heyecanlandırmıştı. Bu hareketli dönemin en önemli işleri Romero’nun efsanevi “Living Dead” üçlemesinin ilk halkası olan “The Night Of The Living Dead” idi. Vietnam etkisi, özgürlükçü hareketler, protestolar... Bu dönemin ruhuydu bu ucuz ama dahiyane film… Yine de o yılların en önemli filmi insanların yüzüne tokat gibi çarpan The Psycho idi.



Korkunun dahisi Hitchcock bu filmi ile en normal görünümlü kişilerin bile katil olabileceğini, filmde herkesin öldürülebileceğini müthiş bir gerilim eşliğinde cümle aleme göstermişti. Artık beyaz bir Amerikalı bile o canavarlaştırmak, kendimizden ayrıksı bir yere koymak istediğimiz öteki olabilirdi. Artık işler daha zevkli bir hal almıştı!

Bu dönemde ücra köşelerdeki sinemalarda vahşet filmleri gösteriliyordu. İnsanlar biraz da gizli olana, örneğin kabilelerin idam görüntülerine falan meyillenir olmuştu. Yakında çok büyük bir şiddet dalgası gelecekti. Jung denize bakıp nasıl her şeyi yutacak bir dalga gördüyse(Dünya Savaşı) bu dönemin insanları da şehre bakıp aynı dalgayı göreceklerdi. Vietnam’ı yaşayacak, değişim hareketlerinin sonunda gelinen noktadan ötürü hayal kırıklığına uğrayacak ve bu dönemlerde doğan nesiller olarak İkinci Dünya Savaşı çocukları olan ebeveynlerinin hayal kırıklıklarını onlardan miras alacaklardı.

O zamanlar inanç zayıflamıştı ve bu, filmlerin senaryolarında bir anksiyete olarak kendini göstermeye başlamıştı. Şimdi işler daha karmaşıktı... Şimdi Boris Karloff, Bela Lugosi tarafından canlandırılacak canavarlar da yoktu. Şimdi bir adamı bilmem kaç metre öteden vurabilen keskin nişancılar vardı... Bizim kendimizle olan sorunumuz gittikçe büyümekteydi.





70’ler gelip çatmıştı… Buraya "aşk bahçemi süsleyen inci çiçeğim misin, kovaladıkça kaçan ateş böceğim misin?" tarzında sempatik şeyler yazmak isterdim ama tarih buna izin vermedi işte! 70’lerin gençleri, 60’ların çiçeklerini ancak arkadaşlarının mezarlarına bırakmak için kullandılar. Silahlı eylemler ve başarısız değişim çabaları… Neyse… Korku sineması 70’li yıllarda istismarın dibine vurdu. Bu dönemde daha önce esamesi okunmayan alt türler ortaya çıkıverdi. Lezbiyen vampir filmleri, siyahların yaptığı istismar filmleri(blaxploitation), nunsploitation gibi türler kendi zirvelerini yaptılar. Bunlar çok para yapmayan kendi halinde filmlerdi ama bunların dışında esas bu dönem yapılan, deli gişe yapan ya da sonradan kült olan filmlere bakmakta fayda var.




73 yapımı The Exorcist ortalığı duman etti ve uzun zamandır bu tarz filmlere burun kıvıran büyük yapım şirketlerini tekrar korku türünde filmler yapmaya teşvik etti. Yalnız bu büyük şirketlerin dönüşü idi yoksa her dönem küçük ölçekli yapım şirketleri bu tarz filmler deniyorlardı.




1974 yılında işler çok değişti… The Texas Chainsaw Massacre çekildikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı… Dünya yetmişlerde hayal kırıklığına uğrayanlarla doluydu; Woodstock birlikteliği, Rolling Stones'un trajik konserine; refah ve umut dolu yıllar petrol krizi sonrası işsizlik ve sıkıntı ile dolu yıllara evrilmişti. Demokrasi ve adalet Nixon'un Watergate'inde batmıştı. Tüm özgürlükçü liderler öldürülmüştü. Hiçbir şey iyi gitmemişti…

Texas Chainsaw Massacre bu dönemin ürünüdür. Bu yüzden o kahramanlı, kurtarıcı endeksli korku filmleri gibi değildir. Çığlık atarsanız, kimse gelip sizi kurtarmaz. Filmin geçtiği kasaba kapitalizme yenilip bir nevi haritadan silinmiştir. Eskiden mezbaada hayvan kesenler şimdi işsizdirler. Kasabada iş yoktur, medeniyet çoktan orayı terk etmiştir. İzole edilmiş insanlar kendi kültünü yaratmıştır. Eskiden inek kesen adamlar şimdi insan kesiyorlardır. Aile kavramı yeniden yaratılmıştır. Tekinsizliğin kol gezdiği korkunç bir yer olmuştur kasaba. Her şey tanıdık gibidir ama hiçbir şey tanıdık değildir; ev, ev değildir… Aile, aile değildir. Sanki zaman durmuştur kasabada. İnsanlar geçmişe saplanıp kalmıştır, saatlere çivi çakmışlardır. Yeniyi temsil eden kasabaya gelen gençlerle aynı resim içinde yer almaları anakronizm ile sonuçlanacaktır; başka zamanların insanlarıdır onlar… Film dönemin ruhunu yansıtan çok düşük bütçeli bir filmdir ve aslında “sleeper hit” olmayı da başarmış, deli gibi para kazandırmıştır. Ayrıca filmin slasher kodlarını da belli ölçüde yazan ilk film olduğuna da dikkat çekmek lazım.

Her film hakkında çok uzun konuşmadan ilerleyeceğim zira işimiz gücümüz, dışarıda bizi bekleyen sevdiklerimiz var, zamanınızdan çalmak istemiyorum…1976’da şeytanın Dünya’nın merkezine sızan bir çocuk olarak enkarne olmasını anlatan Omen büyük ses getirmiştir. Yine aynı yıl korkunun üstadı Brian De Palma Carrie’yi yapar. Bu bir genç kızın kurban-kahraman rolünde olduğu feminist de bir tarafı olan çok başarılı bir korku örneğidir. Psikoseksüel korkunun zirvelerindendir.

1975 yapımı olan ve “Yeni Hollywood”un simgesi olabilecek olan Jaws’ı da unutmamak lazım. Deli gibi para yatırılan mega prodüksiyonların önünü açan, merchandising’in artık dünyaya egemen olan Hollywood’un olmazsa olmazlarından biri olduğunu gösteren çok önemli bir yapımdır.

Kaldı ki yetmişli yıllarda Romero ikinci zombi filmini tüketim çılgınlığına ithaf etti, Cronenberg filmler yaptı, Halloween gibi efsane bir film çıktı… Seksenler artık kapıya dayanmıştı…



80’lerde The Fog, They Live, The Thing gibi adeta Reagan dönemine, o dönemin egemen ideolojisine tepki olarak doğan kendi tarihini övüp sorunları halı altına iten anlayışa karşı çıkan filmler yapıldı. Yani Amerikan rüyasını eleştiren filmler yapıldı, “gidip televizyon izleyin” diyenlere, çocukları televizyon ile yetiştiren(Aile programları izleyin, mazbut hayatlar yaşayın diyen siyasetçiler vardı) insanlara bir tepki vardı bu filmlerde.




Bu dönem Friday The 13th gibi gore slasher atası sayılabilecek bir film çıkaracaktı.



Sam Raimi’nin arkadaşı Bruce Campbell’ı oynattığı, dönemin aşırılık anlayışına ve mizah kafasına tam uyan Evil Dead filmleri de bu dönemde yapıldı(Benim korku filmlerine giriş filmim).



“Elm Sokağı” gibi bir seri yapıldı… Belgeselde Freddy’yi Reagan ile ilişkilendiren bir analoji bulunmaktaydı. Freddy nasıl intikam için kendisini öldürenlerin çocuklarına musallat oluyordu, Reagan da o statükocu tavrı ile özgürlük için hayaller kurmuş adamların çocukları için dünyayı bir kabusa çeviriyordu!




90’larda işler çok fena bir hal aldı sevgili kayıp nesiller. Neredeyse tam üstüne doğduğum 90’ları bizzat yaşadığım için işlerin ne kadar kötü gittiğini çocukluk hatıralarımdan çekip sizlere bir slayt gösterisi olarak sunabilirim… Bir kere her şey daha muğlaktı artık. Mahallemizin sıcaklığı, çocukluk günlerimiz, düşlerimiz, gözyaşlarımız, hepsini aldın da gittin doksanlar! Neyse… Bu yıllar öteki ile füzyona uğradığımız yıllardı. Vampir avcıları bile vampirdi artık(Blade). Yani iyi vampirler vardı( Interview With The Vampire) . Her şeyi geçtim de bir American Psycho vardı! Amerikan rüyası işte böyle bir şeydi sevgili dostlar! Belgeseli izleyenler Carpenter’ın The Fog meselini hatırlasınlar. Biz neyi kutluyorduk? Bizim rüyamız aslında büyük bir adaletsizlik üzerine kurulmamış mıydı?

Bu yıllarda düş gerçek karmaşasına bulaşan filmler de yapıldı. Sixth Sense bunlardan biriydi. Yine bir reklamcılık başarısı olan The Blair Witch Project de aynı karmaşaya hizmet ediyordu. Zaten Dogma 95 denilen şabalaklık da bunun altını çizen bir hareketti. Artık düş gerçek, konvansiyonel ile avangart, iyi ile kötü o kadar iç içeydi ki…





Hem Belgesel 90’ları ve sonrası 2000’leri pek ele almadığı için hem de onu başka bir yazının konusu yapmak istediğimden bu kısımlara pek değinmeyeceğim. Yalnız 2000’lerin Hostel, Saw gibi serilerin ve bunları şiddet yönünden örnek alan French Extremity diyebileceğimiz korku filmlerinin, yine sallanan kamera hareketlerine dayalı POV korkuların(REC) dönemi olduğunu söylemekte fayda var. Buna bir de Asya sinemasını eklemeliyiz zira oradan da eşsiz işler geliyor.

Sevgili okurlar sanırım son ders zilini siz de duyuyorsunuz. Birazdan bu sıraların hepsi boşalacak. Ben kendi adıma belgeselin başlangıç için fena olmadığını, aperatif niyetine tüketilebileceğini söyleyip herhalde bir kamp yerine arkadaşlarımla beraber türküler şarkılar eşliğinde gidip oraya bir güzel yerleşip efendi efendi katledileceğim. Siz umarım daha güzel günler yaşarsınız. Şimdilik hoşça kalın ve daima gülümseyin.


www.tips-fb.com
 
Copyright 2009 Sinematografik Mizah -Setheleh-. All rights reserved.
Free WordPress Themes Presented by EZwpthemes.
Bloggerized by Miss Dothy